İnsan, Ebede Namzet

41

     Âlemde görüyoruz ki: Zâlim, günahkâr, gaddar / haksızlık yapan insanlar; gayet refah ve rahat bir yaşayış içindeyken;  mazlum ve mütedeyyin / dindar adamlar; son derece zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar!

     Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi / eşit kılar. Eğer şu müsavat / eşitlik, nihayetsiz / sonsuz ise, bir nihayeti / sonu yoksa, zulüm görünür. Halbuki zulümden tenezzühü / uzaklığı, kâinatın şehadetiyle sabit olan adâlet ve hikmet-i İlahiyye, bu zulmü hiçbir cihetle kabûl etmediğinden; bilbedahe / açık bir şekilde, bir mecma-i aheri / ahirette toplanma yerini iktiza eder / gerektirirler ki; birinci, cezasını; ikinci mükâfatını görsün. Tâ şu intizamsız, perişan beşer / insan, istidadına münasib tecziye / ceza ve mükâfat görüp adalet-i mahzaya / tam bir adâlete medar / sebep ve hikmet-i Rabbaniyyeye mazhar ve hikmetli / bir gaye için yaratılan mevcudat-ı âlemin / kâinattaki varlıkların bir büyük kardeşi olabilsin.

     Evet şu dar-ı dünya / dünya hayatı, beşerin / insanın ruhûnda mündemiç / saklı oan hadsiz istidad ve kabiliyetlerin sünbüllenmesine müsait / uygun değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri / maya ve özü büyüktür. Öyle ise, ebede namzet / adaydır. Mahiyeti / aslı ve iç yüzü âliye / yüksek ve yücedir. Öyle ise, cinayeti / suçu dahi azîm / büyüktür. Sair mevcûdâta / varlıklara benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel kalamaz / ihmal edilemez, abes / boş sayılamaz. Fena-yı mutlak / sonsuz yok oluş ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa / yokluğa kaçamaz. Onu, cehennem ağzını açmış bekliyor. Cennet ise âğûş-u nazdarânesini / nazenin kucağını açmış gözlüyor.                                                                                                                                                        

     Acaba, hiç mümkün müdür ki, zerre / atomlardan güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mizanla Rububiyyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl / Sonsuz Haşmet Sahibi olan Allah; Rububiyyetin cenah-ı himayesine / koruma kanadına iltica eden / sığınan, hikmet ve adâlete îman ve ubudiyet / kullukla tevfik-i hareket eden / uygun davranışta bulunan mü’minleri / inananları  taltif etmesin / onlara lütufta bulunmasın?

     Ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan / taşkınlık ile isyan eden edebsizleri te’dîb etmesin / edeplendirmesin? Halbuki, bu muvakkat / geçici dünyada o hikmet, o adâlete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor / yerine getirilmiyor, te’hir ediliyor / erteleniyor.

      Ehl-i dalâletin / hak yoldan sapanların çoğu ceza almadan; ehl-i hidayetin / doğru yolda olanların da çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar!

      Demek, bir Mahkeme-i Kübrâya / Ahirette Allah’ın huzurunda kurulacak bir Büyük Mahkeme’ye, bir saadet-i uzmaya / en büyük mutluluğa bırakılıyor.

     Hem, her hak sahibine istidadı / kabiliyet ve yeteneği nisbetinde hakkını vermek. Yâni vücudunun bütün levazımatını / gerekli olan şeylerini, bekasının bütün cihazatını / donanımlarını en münasip / en uygun bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adâlet elini gösterir. Hem, istidad lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî / yaratılıştan gelen ihtiyaç, gereksinim lisanıyla, ıztırar / zorunluluk lisanıyla sual edilen ve istenilen her şeye daimî cevap vermek; nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.

     Şimdi hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hâcet / ihtiyacının imdadına / yardımına koşan bir adâlet ve hikmet; insan gibi en büyük bir mahlûkun beka gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın / ihmal etsin! En büyük istimdadını / yardıma çağırmasını ve en büyük sualini cevapsız bıraksın! Rububiyyetin haşmetini, ibadı / kullarının hukukunu muhafaza etmekle, muhafaza etmesin! Halbuki, şu fani dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adâletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor.

     Zira, hakiki adâlet ister ki: Şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücazat / ceza görsün.

     Madem, şu fani, geçici dünya; ebed için halk olunan / yaratılan insan hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyyetten çok uzaktır…

     Elbette, âdil / adâletli, hakîm / hikmet sahibi, sonsuz güzellik ve azameti bulunan Allah’ın daimî bir Cehennem’i ve ebedî bir Cennet’i olacaktır.

Önceki İçerikTürkiye Cumhuriyeti Bir Türk Devletidir!
Sonraki İçerikGüçlünün Hukuku
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.