17.7 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 7, 2025
Ana SayfaDin ve Ahlâkİnançsız İnsan

İnançsız İnsan

     İnançsız insan; dünya saadet ve mutluluğunu, hayatın lezzetini, medenî yükselişi, güzel san’atı kendince âhireti düşünmemekte görür. Allah’ı tanımamakta bulur. Sadece dünya sevgisinde sanır. Hürriyeti başıbozukluk olarak tanır. Kendini güvende hisseder. İnsanların çoğu bu yola, şeytanın telkin ve fiskoslarıyla düştüğünü hiç akıl etmez. Bu etkileniş öyle büyüktür ki, bunun tasavvurundan ruh, kalp ve akıl dehşete düşer.

     Hâlbuki, şirk / Allah’a ortak koşma, fısk ve sefahatin yolu; insanı son derece sukut ettirir. Esfel-i sâfilîne / aşağıların aşağısına yuvarlanmasına sebep olur. İnsan; hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zayıf ve aciz beline yükler. Çünkü insan, Cenab-ı Hakkı tanımayıp ona tevekkül etmezse. O zaman son derece âciz, zayıf, fakir ve muhtaç bir vaziyet sergiler. Sayısız musîbetlere maruz kalır. Elemli, kederli, fâni bir hayvan hükmünü alır. Sevdiği tüm şeylerin; dâima firak / ayrılık acı ve elemlerini sîneye çeke durur. Geride kalan bütün ahbabını; elim / acı bir ayrılış içinde bırakır. Kabrin karanlıklarına yalnız başına gider.

     Hayatına zarar veren mikroptan tut, ta zelzeleye kadar binlerce düşmanı kendine hücum vaziyeti almış şeklinde görür. Kendi bedenine yükleyemediği, koca dünya yükünü; zavallı beline ve kafasına yükler. Cehenneme gitmeden Cehennem azâbı çeker. Elîm bir korku ve dehşet içinde, her zaman kendine korkunç görünen kabir kapısına bakıp durur.

     Bu durumdayken bile, dünya ve insanın; Hakîm / Hikmet Sâhibi, Alîm / Bilen, Kadîr / Kudretli, Rahîm / Merhamet Sahibi ve Kerîm / İhsan ve İnayet Sâhibi bir Zât’ın tasarrufunda olduğunu düşünemez. Her şeyi tesadüf ve tabiata verir. Bunun için, dünya ve insanın hâlleri; onu daima rahatsız eder, bunaltır. Kendi elemiyle beraber, insanların acı ve elemlerini de çeker. Dünyanın zelzelesi, taunu, tufanı, yokluk ve kıtlığı, fena ve zevali; onu son derece rahatsız eder. Karanlık birer musibetler sûretinde, ona azâp verir.                                                                                                                                                         

     İşte bu insan; küfür sarhoşluğu, sapık bakışının edindirdiği divanelikle; hikmet ve san’atla yaratıcı olan Sâni-i Hakîm’in şu dünya misafirhanesini; tesadüf ve tabiat oyuncağı diye vehmeder. Allah’ın güzel isimlerinin yansımalarını tazelendiren, san’atlı bir şekilde yaratılmış olan varlıkların; zamanla görevleri bittiğinden, gayp âlemine geçmelerini, onlar için yokluk sayar. Hâl diliyle yaptıkları zikirleri; zeval ve ebedî bir ayrılık çığlıkları diye hayâl eder.

     İlahî birer mektûp olan mevcûdât sayfalarını; mânâsız, karmakarışık bir şekilde tasarlar. Rahmet âlemine yol açan kabir kapısını; yokluk karanlıklarına açılan bir kapı zanneder. Eceli ise, hakikî ahbaplara kavuşma dâveti iken, bütün sevdiklerinden ayrılış nöbeti bilir. Böylece kendini dehşetli,   acı bir azâba sokar.

     Aslında, “Gayr-i meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir.” sırrınca, insan; fıtratındaki Allah’ın zât, sıfat ve isimlerine sarf edilecek muhabbet ve marifet istidadını, şükür ve ibadet cihazlarını; nefsine ve dünyaya gayr-ı meşru bir sûrette sarf ettiğinden, hak ettiği cezayı çekiyor. Çünkü Allah’a ait muhabbeti nefsine veriyor. Mahbubu olan nefsinin sayısız belâsını da bizzat çekmek zorunda kalıyor.

     Çünkü hakikî bir rahatı, o mahbûbuna / sevdiğine vermiyor. Hem onu asıl sevilecek olan Mutlak Kadîr olan Allah’a tevekkül ile teslim etmiyor. Bu yüzden dâima elem çekiyor.

     Hem de, Allah’ın isim ve sıfatlarına ait olması gereken muhabbet ve sevgiyi, dünyaya veriyor. Allah’ın san’at eserlerini, âlemin sebeplerine taksim ediyor ve belâsını da çekip duruyor.

     Çünkü o sayısız sevdiklerinin bir kısmı ona “Allahaısmarladık” demeden, ona arkasını çevirip gidiyor.

     Bir kısmı onu hiç tanımıyor. Tanısa da onu sevmiyor. Sevse de ona bir fayda vermiyor.

     Daima hadsiz firak ve ayrılıklardan, dönmemek üzere zevallerden, yok oluşlardan ümitsizce azap çekiyor.

     İşte sapık yolun / inançsızlığın, insana verdiği dünya saadeti, insanın mükemmelleşmesi, medeniyet güzellikleri ve hürriyet lezzeti dedikleri şeylerin iç yüzü ve mahiyetleri budur.

     Evet, sefahat ve sarhoşluk bir perdedir. Muvakkaten / geçici olarak hissettirmez.

Muhsin Bozkurt
Muhsin Bozkurt
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.
Önceki İçerik

Seçtiklerimiz

spot_img