Etimoloji, kelimelerin orijininden, yani ilk defa ortaya nasıl çıktıklarından bahseden, onların nerede ve ne şekilde bir hüviyete bürünerek, nasıl bir mâna kazandığını gösteren, ayrıca kelimelerin tarihçelerini bahis mevzûu ederek; onların zaman zaman geçirdiği istihalelerden bizleri haberdar eden bir ilim dalıdır.
Her doğan kelime bir ihtiyaca mebni olarak zuhûr eder. Zamanla, hem sentaks hem de fonetik bakımdan türlü değişikliklere uğrar. Birçok kelimeler; hayatiyetlerini zamanımıza kadar sürdürememişlerdir.
Bazıları, bilhassa mânaca bir değişikliğe uğramaları sayesinde, şekillerini muhafaza edebilmişler. Bir kısmı da, hem şeklen hem de mânaca değişerek, günümüze bambaşka bir çehre ve mânayla çıkmışlardır.
Bugün konuştuğumuz kelimeler, asla oldukları gibi süregelmemişler. Daha evvel söylediğimiz gibi, çeşitli değişimlerden geçtikten sonra karşımıza sağ salim çıkabilmişlerdir.
Öyle ki, hayatiyetlerini doğduğu dilde değil de, başka başka dillerde devam ettiren kelimeler de vardır.
Milletlerin münasebetleri, kültür alış verişlerini zarurî kılmıştır. Milletler birbirinden kelimeler alıp verirler, fakat bunun hiç farkında bile olmazlar. Çünkü bu, tabii bir hâdise olarak cereyan eder.
Etimoloji, dil ilminin bir şubesidir dedik. Hakikaten kullandığımız kelimelerin ilk şekilleri, kendilerini meydana getiren kökleri, daimî bir merak konusu olagelmiştir.
Her sâhada tecessüs ve merak sahibi olan insanoğlu; fıtrî ve doğal sevki tabii ve içgüdüsü sayesinde, elbette bu hususta da boş durmayacak ve gerekli çalışmalardan geri kalmayacaktı. Nitekim kalmadı.
Etimoloji, XIX.uncu asırda artık bir ilim hâlini aldı. Lisaniyatçılardan Franz Bopp ve Karl Brugmann (Almandırlar) kelimelerde ses kanunlarını keşfettiler.
Lisanlar arasındaki fonetik farkları ortaya çıkardılar.
Rudolf Merringer (Alman dilcisi) kelimelerin tarihçeleri arasında mutlak bir râbıta ve bağın mevcudiyetini ileri sürdü.
Dikkat buyurulsun Alman lisaniyatçısı Rudolf Merringer’in, kelimelerin tarihleriyle, anlattığı eşyanın tarihi arasında mutlak bir bağın varlığını ortaya koyması; lisan mevzûunda nasıl bir çıkmazda olduğumuzu göstermesi bakımından dikkate değer.
Müteaddit yazılarımızda belirttiğimiz veçhile, tabii bir seyir neticesinde geçirdiği çeşitli değişimlere rağmen, bugünlere erişmiş kelimelerimiz atılarak; yerlerine nesebi gayri sahih, yani soysuz kelime ve sözcükler konulmak istenmekte.
İster gafletle, ister bilerek yapılmış olsun; bütün bunları dilimizi sabote etmeye mâtuf ve yönelik hareketler olarak vasıflandırıyoruz.
Nasıl vasıflandırmıyalım ki: Mezkûr lisaniyatçının, ilmî bir netîce addettiğimiz hükmü, bize ışık tutmaktadır.
Ne diyor âlim: Her kelimenin tarihiyle, anlattığı eşyanın tarihi arasında inkârı gayri kabil, reddi imkânsız bir bağ vardır.
Dili arı hâle getiriyoruz diyenlerin yapmak istedikleri de, işte bu bağı -istemiyerek de olsa- koparmaktır.
Kimi art niyetliler ise biliyorlar ki, istedikleri sistemin tahakkuku ve gerçekleşmesi, ancak
979
milletin geçmişiyle her türlü bağın kopmasıyla mümkündür.
Halbuki lisan dahi, o gibiler için bir büyük engeldir. Çünkü dil, milletin tarihiyle alâkalı, en emîn vesika ve belgeleri ihtiva eder, içerir.
Onların tabii kelimelerimiz yerine, bozuk ve Avrupaî kelime ve sözcükleri koymak istemelerine bir başka sebep de şudur:
İstiyorlar ki, hiçbir kelime Türk çocuğuna geçmişinden bir şey getirmiş olmasın ve onlara mâzisini asla hatırlatmasın.
Malûm zihniyetin, gayet safiyane bir pozisyonla ileri sürdükleri; dili sadeleştirme ve arı dilhâline getirme emelleri; işte böyle ilmî ve bilimsel gerçekler karşısında rezil rüsva olacak kadar basit iddialar taşımaktadır.
Evet, dili; ona zorla müdahale ederek sadeleştirmek demek:
Milletin geçirdiği içtimaî, sosyal ve toplumsal istihalelerin ve değişikliklerin farkına varılmasına ve buna uygun bir şekilde tarihî seyrine devam etmesine engel olmak için, yapılan en âdi bir oyundur.
Akıllarınca, kültürel köklerinden mahrum ve yoksun bırakacakları bu milleti, o zaman istedikleri gibi yöneteceklerini zannediyorlar.
Ama bütün yaptıkları nâfile ve boşunadır.
Çünkü halk onlara rağbet etmiyor.
Sırası gelmişken söylemeden edemiyeceğim:
Zaten Türk Devleti’ni iç ve dış düşmanların her çeşit kirli oyunlarına rağmen, ayakta tutan husus; halkın ârifâne sezişi, hâdiseleri basîret gözüyle mütalâa etmesi, olanlara soğukkanlılıkla, gayet vakûrane bir şekilde bakmasını bilmesidir.