Oğuz Çetinoğlu: Muhafazakârlık ideoloji olarak kabul edilebilir mi?
Prof. Dr. Nadim Mâcit: Bilgi sosyolojisi ilminin kurucusu olan Alman sosyolog ve filozof Karl Mannheim (1893-1947) Muhafazakârlığı ütopik bilincin üçüncü şekli olarak adlandırır, konunun farklı yüzlerine atıf yaparak klasik değerlerin ideolojik anlamda etkisini gösterdiği üzerinde durur. Bu yönüyle muhafazakârlığın bir ideoloji olduğunu, ‘İdeoloji ve Ütopya’ isimli eserinde belirtir.[1]
Çetinoğlu: İlâhiyatçı sosyolog olarak siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Mâcit: İstikrarı ve uyum içinde kalkınmayı, toplumla alâkalı değerleri koruyarak değişmeyi benimseyen merkez siyâsî bakışın, günümüzde yükselen sosyo-politik bir söylem olması muhafazakârlığın salt insanî tutum ve mizacın sınırlarını aştığını gösterir. Târihi ufku ve oluşan siyâsî dil sistemini dikkate aldığımız da kabul etmemiz gerekir ki liberal politik söylemle köprü kuran muhafazakârlık iki ideolojik eksenin cepheleştiği dönemde arka-planda kalmıştır. Fakat 1990 sonrası dünyada bir zihnî ve amelî tutumun ötesinde bir ideoloji olarak yükselmeye başlamıştır. Muhafazakârlık sözlerini, kaygılarını, tavır ve tutumlarını liberal kapitalist sistemin içinden taşımış, reddettiği her şeyi kucaklama durumuna gelmiştir.
Dünya ölçeğinde yaşanan ideolojik cepheleşme sürecinde liberal siyâsî doktrinin ardında kalmasına karşın, dünya sisteminin çöküşüyle birlikte yeni bir sosyo-politik bir söylem olarak ortaya çıkmıştır. I. Wallerstein[2] Soğuk Savaşın bitişini yaygın görüşün aksine liberalizmin sonu·, Körfez Savaşı’nı yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul eder. Fakat dünyanın geleceğinde etkili siyâsî söylemin ne olacağı konusunda somut bir tanımlamada bulunmaz. Bize göre başından itibaren dine ve dini kurumlara atıf yapan, ardından liberal temaları bünyesine taşıyan, 1990 sonrası süreçte dinle izdivaca giren muhafazakârlık yenidünya sisteminin ideolojik temelini oluşturmaktadır. Küresel güç mücadelesi denkleminde dini hassasiyetler yerine siyâsî-ekonomik konumu elde etmek, meşrulaştırma aracı olarak kullanmak ve kontrol sistemini sağlamak için faydacı dini etkinliğin öne çıkarılması bunun göstergesidir.
I. Muhafazakâr Düzen: Yeni İnsan ve İktidar Tipi
Oğuz Çetinoğlu: Toplum hayatında değişmeyen tek şey, ‘değişim.’ Çağımızda değişimler hem kapsamlı hem de hızlı oluyor. Muhafazakârlığın yeni adı ‘çağdaş muhafazakârlık’ oldu. Nasıl yorumlamak gerekiyor?
Prof. Mâcit: Siyâsî hayatın değişen içeriğini kavrayacaksak yeni insan ve iktidar tipine bakmamız gerekir. Çağdaş muhafazakârlık birçok sebepten dolayı başarılı olmuştur. ‘1970’ler boyunca sosyal demokrasinin düşüşü, muhafazakârların güçlü oldukları konularda karşı tezler üretme fırsatı oluştu. Vergi, kamu harcamaları, savunma ve sosyal değerler gibi konularda muhafazakârlar, geleneksel çekirdekleri olan orta sınıf ve burjuvayı harekete geçirerek başarılı bir ortaklık oluşturdular. Çalışan sınıfın ve hizmet sektörünün kayda değer desteğini alarak [3] önemli bir güç oluşturdular. Türkiye özelinde baktığımızda 1970’ler siyâsî kargaşanın yaşandığı bir dönemdir. 1980 ihtilalinin yaptığı siyâsî tasfiye ve ardından muhafazakâr bir partinin iktidar olması yeni düzenin temellerini ve uygulama yöntemini oluşturmuştur.
Çetinoğlu: Yeni sistem hangi temeller üzerine oturtuluyor?
Prof. Mâcit: İdeolojik cepheleşme mantığı üzerine kurulan dünya sistemi 1990’da çökmüş, bunun yerine liberal-kapitalist sistemin rahminde beslenen muhafazakârlık geçmiştir. Muhafazakâr anlayışın liberal siyâsî doktrinle kesişen boyutu güncellenmiştir. Muhafazakâr anlayışın insan, târih ve devletin rolü konusunda liberal öğretiden ayrılmasına karşın, ideolojilerin etkinliğini yitirmesi ve 1990 sonrası dünyada dinin yükselişi yeni bir insan ve iktidar tipinin üretimini hızlandırmıştır. Bu duruma bağlı olarak liberal siyâsî doktrinin giderek muhafazakâr dile ve tutuma dönüşen yüzü; bütün dünyada ve ülkemizde· öne çıkmaya başlamıştır.
Belirtilen durum, liberal-kapitalist sistemin ardında duran ve kendisini bir tutum ve duruş olarak tanımlayan muhafazakârlığın zaten özünde varolan dinle yeni ve güçlü bir şekilde izdivaca girmesi yeni insan ve iktidar tipinin fikri ve siyâsî zeminini oluşturmuştur. Eğer erken bir kestirim olarak görülmezse diyebiliriz ki ‘hizmet sektöründe çalışanların, yüksek nitelikli iş gücünün kent kültürüyle ilişkili değerleri sahiplenerek’[4] yeni bir insan ve iktidar tipi ortaya çıkmıştır.
Çetinoğlu: Bu tip, hangi özelliklere sâhip?
Prof. Mâcit: Bu insan ve iktidar tipinin benimsediği değerleri-liberal kapitalist sisteme ekleyerek bir fikrî ve siyâsî bakış üretmiştir. Bağdaşmaz çelişkiler üzerine kurulan bu bakış açısı kaçınılmaz olarak tutarsız, istismarcı, dînî ve içtimâî değerleri çürütücü bir siyâsî pratiği ve hayat biçimini beraberinde getirmiştir. Ayrıca muhafazakâr düzen, kapitalist hiyerarşi ve tarım toplumuna ait otoriter değerleri tanımlayarak siyâsî dile eklediği için her türlü tahakküm biçimini servis etme karakterine sahiptir.
Çağdaş muhafazakâr söylem, bir taraftan disiplinler arası işbirliğini teşvik eden, diğer taraftan farklı liberal-demokratik sistemle dini uzlaştırmayı amaçlayan bir söyleme eşlik etmektedir.· Bilgi ve bilim alanında ortaya çıkan en geçerli eleştiri, muhafazakârların gelenek ve târihî tecrübeyi koruma noktasında geliştirdikleri anlayışla birebir örtüşmektedir. Aynı şekilde toplumun meselelerini çözüme kavuşturma noktasında hem teolojik hem de politik metinlerde modern akla yönelik eleştiriler aklın mükemmel olmadığından hareket eden muhafazakâr bakış açısıyla kesişmektedir. 1990 sonrası süreçte modern akılcılığın ve bilimciliğin tabiatın ve insanın estetik formunu tahrip ettiği söylemi, muhafazakâr olarak bilinen düşünürlerin görüşlerine oldukça yakındır. Nitekim belirtilen görüşle ‘yaşantının ahengini ve ortak yaşayış alanlarını korumak ve geleceği inşa etmek için bütünlüğü korumak mecbûrîdir’[5] görüşü arasında bir fark yoktur. Belirtilen târihî durum, ideolojilerin itibarını yitirmesine paralel olarak dinle yeniden ve güçlü bir şekilde buluşan muhafazakârlığın sosyo-politik alanda ivme kazanmasına temel oluşturmaktadır.
Çetinoğlu: Değişikliğin arka planına daha yakından bakabilir miyiz?
Prof. Mâcit: Yeni insan ve iktidar tipinin fikrî ve siyâsî arka-planını oluşturan diğer husus; güçlü bir otorite ve ilahi içeriği olan evrensel içerikli organik bir toplumsal düzendir. Dolayısıyla dini-kültürel geleneğin / tecrübenin içinde gelişen toplumsal düzene ve eleştiriye karşı başından itibaren mesafeli tutum ve duruş söz konusudur. Akılcı ve bürokratik söylemi benimseyen düşünürlere göre patrimonyal yönetim biçiminden bürokratik yönetim biçimine, (a) tanımlanmamış yargı alanlarından belirlenmiş yargı alanlarına, (b) gayr-i resmî hiyerarşiden resmî hiyerarşiye, (c) gayr-i resmî eğitim ve sınavdan resmî eğitim ve sınava, (d) yarı-zamanlı görevlilerden tam zamanlı görevlilere, (e) sözlü buyruklardan yazılı emirlere geçilmiştir.[6]
Çetinoğlu: Bu değişiklik hemen ve kolayca kabullenilir mi?
Prof. Mâcit: İki yönetim arasındaki farka vurgu yaparak târihî tecrübeyi ve dayandığı kurumları eleştiriye açık hale getiren bu açıklama biçimi muhafazakâr söylemde şüpheyle karşılanır. Kriz dönemini aşma ve toplumu yeniden inşa etme biçimini yansıttığı ileri sürülerek ilahi içeriğe atıf yapan gelenekle-modern bilincin karmaşasından oluşan yeni sistem çağın geçerli bakış açısı olarak sunulmaktadır. Muhafazakâr siyâsî söylemin ve iktidarların arkasına takılan ve her gün bir şekilde dinden ve gelenekten bahseden liberallerin durumunu bundan başka ne açıklayabilir?
Çetinoğlu: Meseleyi biraz daha açmanız mümkün mü?
Prof. Mâcit: 1990 sonrası dünyada kendini gösteren muhafazakâr-din izdivacından neşet eden sosyo-politik söylemin tezâhür biçimi klasik siyâsî anlayışı yansıtan unsurlar içermektedir. Karizmatik yönetim biçimi olarak adlandırdığımız yeni siyâsî düzenin zihnî ve amelî tutumunu şu esaslar oluşturmaktadır: (a) Tanımlanmış yargı geçerliliğini hukukî kurallardan değil, değer yargılarını benimsediğini söyleyen kesimin politik söylemine uygunluktan alır. (b) Resmî olmayan karizmatik önderlerin resmiyet kazanarak devlet-içinde devlet olmasının önü açılır. (c) Eğitim ve imtihan devletin tarafsızlığından ve fırsat eşitliğinden çıkarak karizmatik önderlerin üstünlüğünü ve etkinliğini sağlamanın aracı olarak işlev görür. (d) Bürokrat / memur resmî kurumun esaslarından daha çok karizmatik önderlerin taleplerini tam zamanlı olarak yerine getirmekle görevlidirler. (e) Allah inancı bir ahlâkî tutuma değil, keyfiliğe açık olduğu için· içeriksiz, ancak verimliğe dönük bir inanç haline getirilerek her alanda din, verimliliğe ve işlevselliğe araç yapılır.
Çetinoğlu: Bu sistem her topluma uyarlanabilir mi, yalnızca bize has bir sistem mi?
Prof. Mâcit: Liberal kapitalist sistemin içinde beslenen muhafazakârlığın dinle izdivacından ortaya çıkan bu durumun görüntüleri ülkelere göre farklılık arz etmektedir.
Çetinoğlu: Nasıl bir farklılık?
Prof. Mâcit: Bu farklılık, bir mâhiyet farkı değil, derece farkıdır. Belirtilen izdivaçtan mütevellit söylem; halkın somut algısına hitap ederek din yoluyla toplumu / toplumları kontrol etmek şeklinde özetlenebilir. Soğuk Savaş döneminin ardından daha açık bir şekilde vurgulanan din-siyaset merkezli görüşlerin global siyâsî otorite tarafından seslendirilmesi bir tesadüfün eseri değildir. ABD devletinin ideologları ülkelerinin İncil’deki seçkin millet olduğunu ve dünyaya iyiyi kabul ettirecek imana muktedir olduklarını sıkça beyan etmektedirler.[7] Nitekim Beyaz Saray tarafından 20 Eylül 2002’de yayınlanan Millî Güvenlik Stratejisi başlıklı resmî belgede Bush, söz konusu ilahî seçilmişliğin güncel târifini şöyle yapmıştır: İnsanlık bu gün düşmanlarını da özgür kılacak zaferi sağlayacak olan fırsatı avucunun içinde tutmaktadır. ABD kendisine bahşedilen bu önemli görevi yerine getirme sorumluluğundan gurur duymaktadır. İnsanlık onurunu, vicdan ve ibadet özgürlüğünü daha ileri götürmeye kararlıyız. [8]
Çetinoğlu: Toplum mühendisliği… Hedef yalnız kendi toplumu mu?
Prof. Mâcit: Bush yüce bir dâvâdan ve bunu gerçekleştirmeden bahsetmektedir. Hıristiyanlığın eskatolojik unsurlarını küresel güç mücadelesinin parçası yapan muhafazakâr politikaların hem sosyal hem de kuruluşlar düzlemde bu kadar yaygınlaşması 1990 sonrası dünyanın yönünü belirleyen en somut göstergedir.
Hıristiyanlık akidesinde Mesih’in ideal bir dünyâda yeryüzüne geleceğine inanan mesiyânik gruplarla, Mesih’in yeryüzüne döndükten sonra bin yıllık bir Hıristiyan hükümranlığının süreceğine inanan milenyumcu bazı grupların oluşturduğu sapkın mezhepler, yeryüzü cennetinin yaklaşmakta olduğunu ve bu cennete girmek için başvurulan her vasıtanın iyi olduğunu bildirmektedirler. Başkan Carter’den bu yana Evanjelizm’in etkisi altına giren yöneticiler ve ekipleri bu inancı paylaşmakta, kehanet ve şifrelerin işaretiyle geleceği inşa etmek istediklerini açıkça ilan etmektedirler.[9] Önleyici savaş modeli üzerinden devam ettirilen bu politika Irak’ın işgali ile birlikte dünyâda tepkiye sebep olunca Başkan Barack Obama, önleyici savaş çerçevesinde yapılan müdâhalelerle oluşan tepkiyi düşürmek, ancak dönüşümü sağlamak için değerler diplomasisi modelini uygulamaya koymuştur.[10] Belirtilen maksada bağlı olarak iletişim ağları yoluyla sivil güç oluşturma ve dini ve kültürle bağlantılı unsurları ve sembolleri kullanma politikası hızla devam ettirilimektedir. Tunus’ta başlayan ve Suriye’ye kadar uzanan, önümüzdeki süreçte yayılma alanı giderek genişleyecek olan ‘sivil isyanın’ unsurları ve parçaları, sâdece yeni insan ve iktidar tipini anlatmıyor, aynı zamanda muhafazakâr düzenin yapısı hakkında önemli veriler sunuyor.
Çetinoğlu: Dindar kesimin tavrı ne oluyor?
Prof. Mâcit: Modern dünya sisteminin küresel ideolojisi liberalizmin arkasında varlığını devam ettiren muhafazakârlık, dînî ve mistik algıya bürünerek 1990 sonrası dünyâda sosyo-politik bir ikame aracı olarak işlev görmektedir. Aynı anda hem mahallî hem de global düzeylerde hareket etmek suretiyle yeni bir târihî sistemin üretilmesini sağlamaktadır. Muhafazakâr sosyo-politik dilin geniş kitlelerin ihtiyaçlarına yeterli cevap verdiği algısının üretilmesi ve kabul görmesi, ‘bir taraftan çağdaş muhafazakârların liberal demokrat eğilimleri bünyelerine taşımalarına, gündemi kendilerine uygun bir alana taşımalarına’[11] diğer taraftan gelenekli değerleri benimseyen dindar kesimi dönüştürmeye, hatta iktidarın dönüştürücü özelliği sâyesinde muhalifleri yanlarına almalarına ortam sağlamıştır. Muhaliflerin kekeme bir dille yeni iktidarın diline ve pratiğine uygun açıklama yapmaları, hattâ hiçbir alâkası olmadığı halde iktidarın benimsediği ve önemsediği kişiler hakkında kitap ve makale yazma faaliyeti, iktidarın özel önem atfettiği ortamlarda görüntü verme çabası yeni iktidar tipinin ve ürettiği düzenin ne olduğunu yeterince anlatmaktadır.
Çetinoğlu: Hayli karmaşık bir sistem. ‘Algılama’ denilen beyin yıkama, düşünceyi şekillendirme metodu kullanılmadan sistemin taraftar bulması hayli zor. Türkiye söz konusu olduğunda faklı taktikler kullanılıyor olmalılar…
Prof. Mâcit: Dînî değerlerin faydalı etkinliğini öne çıkaran yeni iktidar tipleri dînî siyâsî yönlendirmenin ve toplumu kontrol etmenin bir aracı olarak kullanmaktadırlar. Bu gelişmenin ülkemize yansıyan somut göstergeleri ise Yeni Osmancılık / Hilâfet modeli / Başkanlık Sistemi gibi gelenekli sistemler şeklinde açığa çıkmaktadır. Modern siyâsî benliği ifâde eden değişime ve ilerlemeye karşı bir söylemle teşekkül eden muhafazakâr siyâsî bakışın sürekli değişimden bahsetmesi, değişim ruhundan bahsedenlerin ise mevcut durumu korumaya çalışması târihi olarak yeni bir duruma işaret etmektedir.
Çetinoğlu: Toplumu yönlendirmede karşılaşılan zorluk nasıl aşılıyor?
Prof. Mâcit: Klasik dilin karizmatik önderler ürettiği ve siyâsî teşkilâtlanmayı bu yönde biçimlendirdiği bilinmektedir. Yöneten ve yönetilen arasındaki ilişki karizmatik liderin buyruklarına dayanıp, etkinlik alanını siyâsî otorite olmanın dışına taşıdığında başkalarının davranış ve tutumlarına yönelik baskının veya baskıcı bir sistem türünün dayatılması kaçınılmaz olur.
Çetinoğlu: Algılama daha doğrusu beyin yıkama, düşünceyi yönlendirme metotlarına rağmen işin nereye gideceği, belirtilerden anlaşılamaz mı?
Prof. Mâcit: Böyle bir sistemin ilk belirtisi; iktidarı tekeli altına alan siyasetin başkasının iktidar olma hakkını ortadan kaldırmaya yönelmesidir. Muhaliflerini yutmanın araçlarını ve dilini kullanmasıdır. Böyle bir siyâsî zeminde hukuk, yalnız buyurma ve buyrukları uygulama yetkisi olan kişilerin söyledikleri bir irade açıklaması olarak görülür. [12] Bunun dışında kalan her görüş ve söylem irâdeye karşı bir tutum ve meydan okuma olarak tanımlanır. Toplumun değer algısını siyâsî öteki oluşturmak ve etkinliğini bitirmek için kullanılan araçlar belirtilen yetki anlayışının bir uzantısıdır.
İrâdelerini buyruk yoluyla kabul ettiren oligarşilerin, mâsumiyet zırhına bürünen ruhanîlerin dili siyâsî karizmatik teşkilatlanmanın mânâsını ve içeriğini açığa çıkartmaktadır. Karizmatik kişi ve ona bağlılığın sosyo-politik yansıması konuşan, dinleyen ve alınan tutum arasındaki ilişki ağında ortaya çıkar. Bir iletişim çerçevesinde bir dinleyici dinlediği kişinin sözlerini taşıdığı önemden dolayı değil de, belli bir konuşmacıya bağlı olduğundan dolayı benimserse otoriter / karizmatik dil sistemi oluşmuş demektir. Kişinin kendi kendine karar verme yetkisinden vazgeçerek veya bir söze / değerlendirmeye inanmadığı halde ona teslim oluyorsa bir siyâsî karizmatik taskilatlanmanın inşa edildiği söylenebilir.[13] Düşünce ve eylem adamlarını Tanrı’nın sesi olarak tanımladıkları önderlerin peşine takma girişimi ve faaliyeti ve ilâhî irâdeyi gerçekleştirme şeklinde takdim etme tekniği siyâsî karizmatik örgütlenmenin oluşumu hakkında önemli ipuçları sunmaktadır.
Çetinoğlu: İpuçlarından bahseder misiniz?
Prof. Mâcit: Liberal-kapitalist sistemin önemli unsurlarını içinde barındıran muhâfazakârlığın dinle izdivacından türeyen yeni iktidar tipi; korumacı tahakküm biçimini andırmaktadır. Yeni tahakküm biçimi belirtilen izdivacın parçası olan din üzerinden yapılmaktadır. Özellikle 1990 sonrası küresel güç mücâdele denkleminde dinin hedef toplumları kontrol etme aracına dönüştürmesi, düşünce ve siyâseti kendi gerçekliğinden kopararak bir değer algısına çevirmeye başlaması eleştiri zeminini zayıflatmaktadır. Değer algısına dönüştürülen düşünce ve siyâset, global siyâsî otoritenin ve mahallî iktidarların uygulamalarını aklama ve ötekini tanımlama çerçevesinde seyretmektedir. Nitekim insan haklarına yönelik ihlaller, yolsuzluk ve yoksulluk dini ve kültürel değerlerin peçesi altında görünmez hale getirilmekte, neredeyse bir hak olarak sunulmaktadır. Ülkemizde muhafazakâr-demokrasi söylemine bürünen iktidar kendisine yönelik her eleştiriyi dine ve milletin iradesine saldırı olarak sunmaktadır. Bazen otoriter dil o kadar sınırlarını aşıyor ki iktidarın başkasına hakaret etmesi millî iradenin tecellisi başkasının eleştirisi edep dışı tutumun bir göstergesi olarak takdim edilmektedir.
Milletin ortak değerini özel bir söylem biçimine çeviren çeşitli dini-politik grupların önderleri dini faaliyetin dışına çıkıp, iktidarın gönüllü ve etkin ortağı rolünü üstlenerek siyaset yapmaktadırlar. Bir grubun beklentileriyle gerçekliği algılama arasında bir çelişki söz konusu olunca, bu kez, tehditler ve çarpıtmalar uygulamaya konulmaktadır. Böylesi tehditlerin ve komploların sosyal dokuyu giderek yaygınlaşması nedeniyle devletin veya siyâsî iktidarın üstünde daha etkin bir gücün, dış ülkelerden gelen yoğunlaşmış baskının varlığına ilişkin algının oluşması uzun mesafede parçalayan gelişmelere kapı aralamaktadır. Ülkemizde yaşanan fiili gerilimin ötesinde insanların sözlerine ve tutumlarına sinen bir gerilimin varlığı dikkat çekmektedir. Esasen İslâmcı akımın ‘klasik dönemin yorumunu İslâm gibi algılanmasından kaynaklanan otoriter dilin’[14] bahsettiğimiz târihi duruma, yâni izdivaçtan mütevellit iktidar tipinin söylemine katkı sağladığı bir gerçektir. .
Çetinoğlu: Batının Müslüman ülkeler için yürüttüğü yönlendirme çabalarının temelinde ne var?
Prof. Mâcit: Batı, belirtilen coğrafyanın demokratikleşmesini hiçbir zaman istememiştir.
Çetinoğlu: Bu hükme nereden varıyorsunuz?
Prof. Mâcit: Eğer istiyorsa neden Suudi Arabistan iyi, Irak kötü? Neden daha önce Mısır iyi Suriye kötü idi, şimdi her ikisi de kötü? Neden Irak Kuveyt’i işgal edince kötü, Suudi Arabistan Bahreyn’e girince iyi? Bu soruların tümüne verilebilecek cevabın nihai noktada petrole, stratejik hamlelere ve kontrol etmeye dayanacağı ortadadır. İslâm coğrafyasında batıya rağmen dogmatik uykusundan uyanan, kendi târihi ve kültürel tecrübesini çağın ufkuyla buluşturan ülke Türkiye olmuştur. Türkiye’nin kendine özgü demokratik sistem oluşturma çabası atı merkezli siyâsî-stratejik mahfiller ve ortakları aracılığıyla dinî-etnik farklılıklar baskı altına alındığı ve din karşıtı bir yapı üretildiği gerekçesiyle içi boşaltılmakta ve baskı altına almanın millî ve milletlerarası ortamı oluşturulmaktadır.
Çetinoğlu: Emekli Büyükelçi İsmail Berduk Olgaçay’ın, ‘Tasmalı Çekirge’ isimli kitabında sözünü ettiği ‘BÜDBÜKAT’ Bir Ülkenin Diğer Bir Ülkenin Kontrolü Altında Tutulması’ meselesi… Bu, eskiden beri vardı. Galibâ yeni bir yöntem uygulanıyor. Nasıl bir yöntem?
Prof. Mâcit: Çarpık ideolojiler üzerinden üretilen karizmatik liderleri ve onların kurdukları siyâsî kiliseleri eleştirmek kolaydı ve bunun muhatabı vardı. Şimdi karşımıza çıkan esas mesele şudur: Ortadoğu’da liberal kapitalist sistemin siyâsî-ekonomik esaslarına uyarlanmış bir İslâm anlayışının muhafazakârlıkla izdivacından mütevellit yeni siyâsî kiliseler kurmanın yolu açılmıştır. Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir topluma, üretilen yeni iktidar tipinin diğerinden farklı olmadığını anlatmak güçtür. Fakat şu kadarını söyleyelim ki Ortadoğu’da genişleyen muhafazakâr tabanı giderek alanları daralan seküler-karizmatik liderlerin tutması mümkün olmadığı için, tabanı tutabilecek ve kontrol edecek dînî kisveli karizmatik liderleri piyasaya sürme yolu benimsenmiştir. Bütün kurgu bunun üzerinedir. Demokrasi taşınabilir mal değildir ki bir yerden alıp bir yere götüresin. Taşınabilir yöntemle o ülke demokratik sisteme geçsin. Demokrasi bir siyâsî kültür hareketidir, her toplum kendine özgü demokratik kültürü târihî tecrübesine ve çağın ufkuna dayanarak üretebilir. Bunun dışına taşan sistem sipariş etme söylemi, gerçek sebeplerin üzerini örtmeye yöneliktir.
Çetinoğlu: Türkiye için durum nedir?
Prof. Mâcit: Belirtilen izdivacın Türkiye görüntüsü daha farklıdır. Demokratik kültür üreten ve bunun kıymetini bilen, aynı zamanda da İslâm’ı bütün ruhuyla benimseyen Türk Milleti, dînî ve etnik düzlemde baskı altına alınmış durumdadır. Türkiye’deki siyâsî ve İslâmcı kesimin bu baskıyı kırmak için haklı bir mücâdele verdiği ve bu mücâdeleyi desteklenmesi gerektiği yönünde bir fikrî ve siyâsî algı üretilmiştir. Bu çerçevede oluşturulan ve desteklenen siyâsî algının öncüsü olarak mevcut iktidar ve etkili bir dinî cemaat gösterilmektedir. [15] Bir devletin sistemini ve birlikte yaşama arzusunu hedef alarak ve aktörlerini belirterek meydan okumanın anlamı, düşünen her insan için açıktır. Dolayısıyla gazete kültüründen beslenen bazı aydınların sandığı gibi muhafazakârlık değerleri korumak, aşırılıklara karşı dengeli bir tutumdan yana olmak değildir. İçinde bulunduğumuz çağın ufkunda muhafazakârlık, yeni bir siyâsî / ruhanî örgütlenme biçimidir. Dinî yararcı siyâsî etkinliğin parçası haline getiren bu örgütlenme biçiminin ürettiği iktidar tipi; mukaddes imgeler, kültür sembolleri ve görüntüler yoluyla toplumun her alanına sızmış ve yayılmıştır.
Prof. Dr. NADİM MACİT: Erzurum’un Oltu ilçesine bağlı Özdere köyünde dünyaya geldi (1958). İlköğrenimini aynı köyde, ortaöğrenimini Erzurum İmam-Hatip Lisesi’nde tamamladı (1978-1979). Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi (1984). Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans (1989) ve doktora yaptı. (1992) Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Bilim Dalı’na yardımcı doçent olarak atandı (1993). 1995’te doçent oldu. Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi’ne geçiş yaptı (1997). Temel İslam Bilimler Bölüm Başkanlığı yaptı (1998-2001). 2001 yılında profesör oldu. Çalıştığı ilahiyat fakültesinin dekanlığına atandı (2002–2005). YÖK İlahiyat Danışma Komisyon Üyeliği yaptı (2003–2004). TUSAM strateji araştırma merkezi danışmanlığı görevini sürdürdü (12. 09. 2007- 07.04. 2009). Bu süreçte Jeo-Kültür ve Teo-Stratejiler üzerine çalıştı. Belirtilen alanda birçok makale yayımladı. İki yıl TUSAM strateji araştırma merkezinde çalıştıktan sonra Ege Üniversitesi, Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, Sosyal, Ekonomik ve Siyasî İlişkiler Bölümüne geçti. (7. 06. 2010). Prof. Dr. Nadim Macit 1993–2001 tarihleri arasında Kelam İlmi’nin tarihi, yöntemi ve konularıyla ilgili birçok makale ve kitap yayımladı. Yayımladığı kitaplar: *Kur’ân’ın İnsanbiçimci Dili, *Ehl-i Sünnet Ekolü’nün İlk Öncüleri ve Görüşleri, *Din-Siyaset İlişkisinin Teolojik Yorumu, İslam İnancının Ana Konuları, (Fahruddin er-Razi’den Çeviri), Oruç İbadeti: Kur’ân’la Yüzleşmek, Küresel Güç Politikaları, Türkiye ve İslam, İmparatorluk Politikalarında Teo-Stratejiler ve Türkiye, Öteki Din: Moderate İslâm ve Türkiye, Öteki Din: Üretenler ve Yönetenler, Uzun Savaş: Jeo-politik Düzenleme ve Türkiye, Dünya-Dil Sistemi ve Dini Söylem: Laik Demokratik Sistem ve Teoloji, Türk Milliyetçiliği: Kültürel Akıl, İçtihat ve Siyaset Söz Bize Düşünce. Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmalar Enstitüsü, Sosyal, Ekonomik ve Siyasî İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesidir. Arapça ve İngilizce bilmektedir. Evli ve üç evlâdı vardır. |
[1] Karl Mannheim (2004: 253) İdeoloji ve Ütopya, (Çev: Mehmet Okyayuz) Ankara: Epos Yayınları.
[2] I. Wallerstein (2003: 11)
· Neo-liberalizm ağır bir buhranın sonucunda inandırıcılığını yitirmiştir. Bir yandan özü itibariyle geleneğe düşmandır. Piyasa güçlerinin ve saldırgan bireyciliğin yükselişinin sonucu olarak her yerde geleneği süpüren ana güçlerden birisidir. Diğer yandan meşruluğunu korumak ve muhafazakârlıkla bağlantılı görünmek için geleneğin sürmesine bağlıdır. Bir başka taraftan piyasa toplumunun yaygınlaşması aile ortamını yıkmaktadır. Bu kadar çelişkiyi bir arada sürdürmeye niyetlenmiş bir anlayış dengesiz bir karşımdır. (A. Giddens: 2002: 16) Her açıdan çatallanmış bir düşüncenin varlığını devam ettirmesi mümkün olmadığı için muhafazakâr etiketlere bürünmeyi tercih etmiştir.
[3] Brian Girvin (1988: 11) “Introduction: Varieties of Consorvatism”, (Edt: B. Girvin) The Transfarmation of Contemporary Consarvatism, London: SAGE Publications.
· Liberal İslâm ve İslâmi liberalizm üzerine çözümleme yapan B. Leonard ‘güçlü bir İslâmi liberalizm ortaya çıkmadığı müddetçe Orta Doğu’da siyâsî liberalizm çabalarının boşa çıkacağını ifâde etmektedir. Aynı düşünceyi Türkiye merkezli olarak dile getiren Mustafa Erdoğan ise şu yorumu yapmaktadır: Liberal İslam üzerine yaptığımız tartışma sırf entellektüel tecessüsün, teorik bir ilginin ürünü değildir. Bu, aslında Türkiye’nin gerçek bir ihtiyacından kaynaklanan ciddi bir ilgidir. Çünkü liberal-demokratik sosyo-politik sistem içinde İslâm’ın yerinin ne olduğu sorunu nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülke olarak Türkiye için özellikle önemlidir. Leonard Binder (1996: 30) Liberal İslâm, (Çev: Yusuf Kaplan) Kayseri: Rey Yayınları; Mustafa Erdoğan (1998: 163) Liberal Toplum / Liberal Siyaset, Ankara: Siyasal Kitabevi. Liberal-demokratik sistemi İslâm ile uzlaştırma girişimi liberal öğretinin fikri dayanaklarından daha çok muhafazakâr tutum ve duruşla daha çok örtüşür.
[4] B. Girvin (1988: 11)
· İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, Avusturya, İspanya, ABD ve benzeri ülkelerde muhafazakâr siyâsî söylemin değişen ve yeniden şekillenen boyutu ayrıntılı olarak tartışılmıştır. Dünya siyâsî sisteminin ve dilinin nasıl değiştiğini kavramak açısından son derece önemli gördüğüm şu çalışmaya bakınız: Brian Girvin (1988) The Transfarmation of Contemporary Consarvatism, (Edt: B. Girvin)London: SAGE Publications.
[5] Clifford Geertz (1973: ) The Interpretation of Cultures, New York: Basic Books.
[6] P. Burke (2000: 29)
· Allah inancını keyfiliğe açık hale getirme dini yorumlama modellerinde kültürel olarak vardır. Böyle bir keyfilik bakışını çıkar üzerine odaklamış bir algıda, yâni liberal-kapitalist söylem-din izdivacında karşılığını kolayca bulur. Sözgelimi ‘Allah dilediğini hidayete erdirir, dilediğini sapıklıkta bırakır’ Veya ‘Allah kâfir toplumu hidayete erdirmez’ şeklindeki ifâdeleri tek taraflı bir belirleme gören teolojik ve mistik anlayışlar keyfiliğe son derece açıktırlar. Oysa Ebu Mansûr Mâturîdî söz konusu ifâdeleri şöyle yorumlar: Birey veya bir toplum, küfrü ihtiyar ettiklerinde, yâni niyete ve karara dayalı olarak tercih ettiklerinde hidayete erdirmez. Bir insan veya toplum niyet ve karara bağlı olarak imanı tercih ettiklerinde Allah onları hidayete ulaştırır. Ebu Mansûr el-Mâturîdî ( 2005: 2 / 254) Te’vilâtü Ehl-i Sünnet, Beyrut: Dar’ul Kütubü’l İlmiyye. Bu yorum, Allah’ın iradesinde ve kudretinde keyfiliğin olmadığını gösterir. İnsanın özgürlüğünü ve sorumluluğunu temellendirmenin başka bir yolu yoktur.
[7] Bakınız: Nadim Mâcit (2010) Öteki Din: Üretenler ve Yönetenler, Ankara: Berikan Yayınları.
[8] Tzvetan Todorov (2005: 30) Yeni Dünya Düzensizliği, (Çev: Ö. Faruk Turan) İst: Babıâli Kültür Yayınları.
[9] Bkz: Nadim Mâcit (2010) İmparatorluk Politikalarında Teo-stratejiler ve Türkiye, Ankara: Berikan Yayınları.
[10] Bakınız: Nadim Mâcit (2010) Uzun Savaş: Açılım mı Vassallık mı, Ankara: Berikan Yayınları.
[11] B. Girvin (1988: 11)
[12] R. Flathman (1980: 12, 34) The Practice of Political Authority, Chicago: University of Chicago Press; Leslie Lipson (1978: 277) Politika Biliminin Temel Sorunları, (Çev: I. Karamustafaoğlu) Ankara: Sevinç Matbaası.
[13] N. Mâcit (2011: 211-212)
[14] Bakınız: Ernest Gellner (1981) Muslim Society, New York: Cambridge University Press.
[15] Bakınız: Graham Fuller (2008) Yeni Türkiye Cumhuriyeti, (Çev: M. Acar) İstanbul: Timaş Yayınları.