İşte insanın kendisinde var sandığı vasıf ve nitelikler; Allahlın geniş, sonsuz, sınırsız isim ve sıfatları arasına konmuş bir hat, bir çizgi, bir sınır gibidir. İşte insan bu çizginin varlığıyla; Allahlın her şeyi kuşatıcı sıfatlarına vehmi, farazî yani yok ama var saydığı bir sınır koyar. Tıpkı dünyanın üstünde yok ama var saydığımız enlem-boylam çizgileri gibi. İnsan bu tasavvur ve tasarımıyla der ki: “Buraya kadar benim, ondan sonrası O’nundur.” İşte bu taksimat, bu kısımlara ayırış kulun ilâhî sıfat ve cisimleri anlamasında kolaylık sağlar. Kul kendindeki ölçücüklerle onların özelliğini, ilâhî isim ve sıfatları yavaş yavaş anlar. Nasıl ki insanın evi barkı, işi gücü vardır. Onlara sahibim der.
Hepimizin bildiği gibi, aslında hiçbir şeye sahip değiliz. Asıl sahip olan Allah’tır. Fakat büsbütün de sahiplikten mahrum ve yoksun değiliz. Emaneten de olsa malikiz. Nitekim evim diyoruz. Tarlam diyoruz. Bağım bahçem diyoruz. Ama biliyoruz ki, aslında bunların asıl sahibi Allah’tır. Bizler hikmet icabı geçici nezaretçiler, bakıcılarız.
İnsanın sahip olduğu şeyler üzerinde, gerçekte olmadığı halde var saydığı bir Rububiyeti / Rablığı vardır. Yani insanın elindekileri terbiye ediciliği, onlara tasarrufu, onları geçici de olsa kullanım hakkı vardır ki bu; kulun vehmi, kuruntudan ibaret olan Rububiyetidir. Daha doğrusu Allahlın Rububiyetinin insanda görüntüsüdür.
Yoksa insan -hâşâ- elbette ne Tanrıdır ne de Rab! Ama Allah; Rablık işleri yani terbiye edicilik vasıflarıyla insanı donatmıştır. Ta ki insan, bu vehmî / kuruntusal varsayımla, kendisinde gördüğü, var kabul ettiği isim, sıfat ve vasıfların; asıl, hakikî kaynağını bulabilsin. Niteliklerin gerçek sahibini anlayabilsin. Hakikî varlık sahibini tanıyabilsin.
İşte kul; bu hâliyle kâinatta Yaratıcısının Rububiyetini, Rablığını anlar. İşte kul; bu hâliyle, gerçek terbiye edici olanın, asıl yetiştirici bulunanın, her şeyi kıvamına getirici zatın O, yani Allah olduğunu bilir. İnsan, görünürdeki sahipliğiyle, yaratıcısının gerçek sahipliğini fehmeder, algılar. “Bu eve ben sahip olduğum gibi, Yaratan da şu evrenin sahibidir.” der. Sınırlı bilgisiyle O’nun yere göğe sığmaz ilminin farkına varır.
Kendisinin çok çalışmak suretiyle ancak elde edebildiği sözde sanatçılığıyla, asıl sanat sahibinin, gerçek sanatkârın Allah olduğunu fark eder. O’nun her şeyi sanatla, örneksiz ve benzersiz güzelliklerde yarattığını idrak eder.
Kul: “Ben şu evi nasıl yaptım ve düzenledim ise, şu dünya evini de birisi yani Allah yapmış ve düzenlemiştir.” der. Bunun gibi, Allahlın diğer sıfat ve özelliklerini bir derece bildirecek, gösterecek binler sırlı, gizemli hâller, sıfatlar ve hisler benlikte vardır. Allah tarafından bu duyular benliğe yerleştirilmiştir.
Bunun gibi Cenabı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden zatına ait kutsal özelliklerini bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı durumlar, sıfatlar ve hisler benlikte vardır. Benliğe yerleştirilmiştir.
Demek ki benlik, ayna gibidir. Ölçü birimidir. Geliştirilebilen bir âlettir. Kendisini değil de sanatkârını gösterir. Ustasını tanıttırır. Sahibini sevdirir. Demek ki benlik, anlamı kendinde olmayan, başkasının mâniasını gösteren bir âlettir. Benlik; insan vücudunun kalın ipinden bilinçli bir teldir. Benlik; insanın mahiyet elbisesinden ince bir iptir. Velhasıl:
Bilinmeze olur merdiven
Ancak bir nebzecik bilinen
İnsandaki ölçek olan benlik
O sahada İlâhî Güvenlik
Benlik; insanın şahsiyet kitabından bir eliftir, bir harftir. Ki bu elifin, bu harfin iki yüzü vardır: Biri iyiliğe ve varlığa bakar, onları gösterir. Bu yüz ile yalnız bağış ve keremi kabul etmeye kabiliyetlidir. Vereni kabul eder. Bu yüzde yapıcı değildir. Ortaya bir şey koymaktan eli kısadır.
Bir yüzü de kötülüğe bakar. Ki benlikte yer alan bu iki yüz; ayrı bir yazı konusudur.