Daha önce “Ene” denilen “Ben” duygusu ve “Benlik” hissinden bahsetmiş. Benliğin insana ilâhî görevlerle yükümlü bir emanet olarak verildiğinden söz etmiştim. Benlik bir anahtardır demiştim.
Allah’ın güzel isimlerinin yani Esmaü’l-Hüsna’nın anlaşılmasını, açılmasını sağlar diye belirtmiştim. Hakikaten “Benlik” duyusu, ilâhî mânialara geçişe imkân verir. Allah; zatının bilinmesiyle değil de -çünkü zatı bilinemez, zatına yol yok- isim ve sıfatlarının tecelli ve yansımalarının görülmesiyle insanı kendine yaklaştırır.
İşte “Ene” denilen “Benlik”; var kabul edilen bir yoktur. Bir varsayımdır. Manaya yükselten merdiven gibidir. Çıktıktan sonra merdivene ihtiyaç kalmadığı gibi. İstenen matluba, istenen anlayışa geldikten sonra, ilâhî mâni hazinesi bilindikten sonra, Ene’ye yani Ben ve Benliğe artık lüzum kalmaz. İşte Ene / Ben ve Benliğin bu varsayım oluşundan ötürü, şöyle bir soru akla geliyor:
-Niçin Allah’ın o güzel isimlerinin anlaşılması, tanınması; Benliğin bilinmesine bağlıdır?
-Çünkü kayıtsız, sınırsız ve kapsamlı bir şeyin sınırı, sonu yoktur. O şeyin sınırı olmadığı, o şey bir çerçeveye sığmadığı, bir kayıt-kuyuda alınamadığı için, ona bir şekil verilemez. Ressam, tamamını göremediği şeyin resmini yapabilir mi? Bütünü bilinmeyen bir şeyin parçası, tam olarak anlaşılabilir mi? Gideceği yeri bilmeyen, varacağı yeri olmayan kimse, yola çıkabilir mi? Büyük bir gaye edinmeyen, o gaye için ilk adımı atmaya kalkışabilir mi?
Sınırsız, uçsuz bucaksız bir şeye şekil verilemez. O şey belirlenemez. O şeyin özellikleri de anlaşılamaz. Nitekim karanlık sız, ışığı hiç kaybolmayan, devamlı var olan bir ışık bilinmez. Hissedilmez. Yani varlığının farkına varılmaz. Ne zaman gerçek, ya da yok ama var sayılan bir karanlıkla bir hat çekilse, o zaman bilinir.
Hakikat böyle değil midir değerli okur? Eğer hiç güneş batmasaydı, ışığı tanımaz, bilmez, belki de inkâr ederdik. Eğer hiç hasta olmasaydık, sağlığı tanımaz, bilmez ve hatta reddederdik. Gözümüzü kapayarak bir an için, körlüğü bilmeseydik, görmenin nasıl büyük bir nimet olduğunu anlayamazdık. Yüce Allah ilim sahibidir. Kudret sahibidir. Üstelik her şeyi hikmetle, bir gaye güderek yapar. Yani Hakîm bir Allah’tır. Rahîm bir Rabdir. Yani rahmeti, acıması ve keremi her şeyi kuşatmış ve kaplamıştır. Sonsuz şefkat, merhamet sahibidir.
İşte böyle bir Allah’ın ilim, kudret, hakîm ve rahîm gibi isim ve sıfatları; her şeyi kapsayıcı, her şeyi kuşatıcıdır. Sınırsızdır. Ortaksızdır.
İşte Allah’ın isim ve sıfatları böyle olduğu için, onlara hükmedilmez. Ne oldukları bilinmez. Hatta hissedilmez. Demek ki o isim ve sıfatların gerçekten bir sonları, bir nihayetleri yoktur. Nihayetsizdirler. Sınırlandırılmaları imkânsızdır.
Öyleyse bu engeli aşmak lâzım. Anlaşılmayanı anlaşılır hâle koymak gerek. Sınırsıza bir sınır çizmek icabeder.
İşte bunun için var sayılan, yok ama var kabul edilen bir sınır çizilmelidir. Ta ki Allah’ın sonsuz, sınırsız, ele avuca sığmaz isim ve sıfatlarını anlamak kabil olsun. Allah’ın isim ve sıfatlarını bir nebze de olsa algılamak mümkün olsun.
İşte bunu “Ben” duygusu, “Benlik” hissi yapar.
Zaten Allah’ın insana bu benliği vermesinin bir hikmeti, bir gayesi de budur.
Böylece kulda, kendinde; gerçekte olmadığı halde varmış gibi kabul ettiği Rablık duygusu hasıl olsun ki, Rabbin işlerini anlayabilsin, görebilsin. Rabbin işlerinin farkına varabilsin.
Kendisinde terbiye edicilik vasfının ayırdında olsun ki, asıl terbiye edici olan Allah’ın Rububiyetine, terbiye edicilik, yetiştiricilik, kıvamına erişdiricilik sıfatına yol bulabilsin.
Kul, kendisinde hissettiği sahiplik duygusuyla, Allah’ın malikiyetini sezsin.
Kul, kendisinde bir ilim, bir güç, bir kuvvet olduğunu vehmetsin. Böyle şeylerin kuruntusunda bulunsun ki, asıl güç, kuvvet ve ilim sahibinin kim olduğunu anlayabilsin.
Onun ilim, güç ve kuvvetinin nasıl bir şey olduğunu, biraz da olsa idrak edebilsin, algılayabilsin.
Kul; ancak kendisinde tecelli ettiği için, kendisinde var sandığı tasavvur ve düşüncelerden hareketle, Allah’ın isim ve sıfatlarını düşünebilir. Kavrayabilir. Azıcık da olsa onları sezebilir.