Avrupa’da kendini gösteren teknikteki sayısız gelişmeler; ilim, fen ve bilgilerdeki yükselişler ve bütün bunların ortaya koyduğu Batı Medeniyeti; son devir Osmanlı Aydın’ının gözlerini kamaştırmış; kendi devlet ve milletinin Avrupa karşısındaki maddeten ve ilmen geri kalmış hazin hali onu kahreder olmuştur.
Bugünkü Avrupa’nın karşısında; yine onun ilim ve teknikte üstün ve ilerde oluş keyfiyeti; bugünkü Türk Aydın’ının da dikkatini çekmekte, ona da kan ağlatmakta; bir an evvel bilim ve teknikteki bu açıklığın nasıl kapatılması gerektiği hususunda, onu derinden derine düşündürmektedir.
Batı’nın görünüşteki maddeten ileri ve üstün hali; Türk Aydın’ın dünkü ve bugünkü geri kalıştan üzgün oluşları; kalbî seyahatinde onun kalbî hastalıklara düşmesine sebep olmuş; onu bu acı durumun içinden çıkılamayacak duruma sokmuştur.
Ve tabii ister istemez, maddeten ileri Batı Medeniyeti karşısında; kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde bir düşünceye kayar olmuş; fakat bu yanıltıcı düşünceden hemen vazgeçmek için, nefsanî hissiyatını susturmak gerektiğini anlamış; Avrupa’nın manevî şahsı ile kendi iç dünyasında bir bakıma karşılıklı fakat hayalî bir konuşmada bulunmuştur.
Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir:
Birisi: Hz. İsa’nın gerçek dininden ve İslamiyet’ten aldığı feyiz, ilim ve irfan ile sosyal hayata faydalı sanatları, adalet ve hakkaniyete / hak ve adalete hizmet eden fen ve tekniği takip eden Avrupa’ya seslenmiyorum.
Aksine, Tabiat Felsefesinin / her şeyi tabiata dayandıran felsefenin karanlığıyla medeniyetin kötülüklerini iyilik ve güzellik sanarak; insanı sefahat / yasak zevk ve eğlenceye, dalâlete / hak ve hakikatten sapmaya sevk eden bozulmuş İkinci Avrupa’ya sesleniyorum.
Medeniyetin güzellikleri, faydalı ilim ve fenlerden başka; ayrıca manasız, boş ve zararlı, menfi ve materyalist felsefeyi, zararlı, zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlüğü de medeniyet sanan ve öyle gösteren İkinci Avrupa’nın manevî şahsına sesleniyorum.
Bil ki ey İkinci Avrupa! Sen sağ elinle yanlış ve hatalı, dalaletle, haktan sapmış, materyalist bir felsefeyi tutuyor. Sol elinle ise sefih ve zararlı bir sözde medeniyeti tutarak dâva ediyorsun ki:
“İnsanın saadet ve mutluluğu bu ikisi iledir!”
Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin! Ve yakında yiyecek inşallah!
Ey küfür, küfran ve nankörlüğü dağıtıp yayan bahtsız ruh!
Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibete uğramış ve azaba düşmüş bir adamın; cismiyle görünüşte olan bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?
Acaba, görmüyor musun ki, bir adamın küçük bir emirden ümitsiz olması ve varmış gibi sanılan bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten hayal kırıklığına uğraması sebebiyle, tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler ona azap veriyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor.
Hâlbuki senin uğursuzluğunla kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun ta esasında dalâletin / sapkın yolun darbesini yiyen, o dalâlet cihetiyle bütün emelleri kesintiye uğrayan ve bütün elemleri ondan meydana gelen bir zavallı çaresiz insana hangi saadeti sağlıyorsun? Acaba, devamlı olmayan, yalancı bir Cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu Cehennemde azap çeken bir insana mesut ve bahtiyar denilebilir mi? İşte, sen zavallı insanı böyle baştan çıkardın; yalancı bir Cennet içinde, Cehennemdeymiş gibi bir azap çektiriyorsun.
Ey sefahat ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış İkinci Avrupa! Deccal gibi bir tek gözü taşıyan / maddeyi görüp maneviyatı görmeyen kör dehan ile ruha bu Cehennemî hâli hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilaçsız bir illettir ki, insanı en yüksek yerden aşağıların en aşağısına atar. Hayvanların en bedbaht derecesine indirir. Bu illet ve hastalığa karşı bulduğun ilaç ise, geçici olarak hissin iptali hizmeti gören cazip ve çekici oyuncakların, uyutucu heves at, gösteriş ve debdebelerindir. Senin bu ilacın senin başını yesin ve yiyecek! İşte insana açtığın yol ve verdiğin saadet bu! Saadetse eğer!