Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse
kendisine
Prof. Dr.
Nevzad Atlığ’ın, Mithat Cemal Kuntay’dan iktibas ettiği yazıda, meşhur konak
bütün haşmetiyle anlatılıyor:
* * *
‘Edebiyat Hocamız Mehmet Âkif’i çok sevdiği
için olacak ki uzun uzun bahsetmiş ve bizden Mithat Cemal Kuntay’ın Mehmet Âkif
için yazdığı kitabı okumamızı ısrarla istemişti. Hocamızın bahsettiği kitabı
Antakya şehir kütüphânesinden bularak okumaya başladım. Ne göreyim? Kitabın
henüz birinci sayfasında yazar, Mehmet Âkif’i anlatmaya başlarken İbnülemin Mahmud
Kemal Bey’in dilden dile anlatılagelen meşhur meclislerinin geçtiği odayı târif
ediyor. O günden bu yana aradan uzun yıllar geçmesine rağmen beni çok etkilemiş
olan Mithat Cemal Kuntay’ın o meşhur odayı tasvir eden ifâdelerini yazıma aynen
koymayı uygun buldum. Bu oda herhalde daha güzel anlatılamazdı, bunu ‘Konak’taki
meclis’e dâhil olunca anlayacaktım:
1903 senesinde Beyazıt’ta Mercan yokuşunda,
İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in evinde yazı odası:
Cuma günü bu odada toplananlar, Tanzimatın
ilan olunacağı günün gecesi Koca Reşid Paşa’nın sabaha kadar kaç kahve içtiğini
bilen Aziziye fesli, Pertev Paşa torunu Aziz Bey (meclisi evkaf âzâsından);
Elindeki pertavsızla Sahaflar Çarşısı’nda Nedim’in kabrini arayan Ali Emîri
Efendi (Fatih’teki kütüphânenin sâhibi) sesi ihtara benzeyen şâir Adana’lı
Hayret Hoca; Avlunyah İsmail Kemal’in arkadaşıdır diye Yanya mektupçuluğundan
atıldığı için herkesin hürmet ettiği şâir Adanalı Hakkı Bey; iki eliyle
şalvarının iki dizine dümtek vurarak Itri’nin bestelerini okuyan yetmiş yaşında
Halil Efendi Hoca (Darülmuallimat Farisi hocası); gözlerini yumarak tespihinin
her tânesine dudağının bir hareketini ilâve eden, arasıra gözlerini açıp
misâfirlere alayla bakan, sonra kapayıp tekrar murakabesine dalan Tahsin Hoca
(Bayazıt kütüphânesi kütübü) ‘Boileu’nun ‘art poetique’sinden Türkçe’ye tercüme
ettiği beyitleri Konya şivesiyle okuyan Ispartalı Hakkı Efendi (İsparta mebusu
iken öldü) Şâir Nedim’den başka bir şâir Nedim daha olduğunu söylediği günden
beri gözümde büyüyen ‘Edebiyat Târihi’ müellifi Fâik Reşat bey; Muallim
Naci’den başka büyük şâir olduğu kendisine ispat edilemeden ölen şâir Halil Edip
Bey (Meclis-i Maarif baş kâtibi); Üç padişah devrinin çamurları içinden tertemiz
alınla çıkan eski mutasarrıflardan Mehmet Emin Paşa (İbnülemin Mahmud Kemal
Bey’in babası); Tanzimat devrinin vezirlerini sakal boyalarına kadar tanıyan
İbnülemin Mahmud Kemal Bey; Mekteb-i Mülkiye’in beyaz havasıyla bu odanın yeşil
loşluğunda bir gölge gibi titreyerek şeklini bir türlü bulamayan ve
kardeşlerine mi arkadaşlarına mı benzeyeceği o târihte daha belli olmayan
İbnülemin Mehmed Selim Bey (İbnülemin Mahmud Bey’in küçük kardeşi).
Bu odanın dört duvarından ikisinde Türk ve
Acem hattatlarının el yazıları… Bu yazıların Türkçe olanları bile
lâmelifleriyle bana o zaman Arapçadır hissini verir, yanlış yapacağım diye
korkumdan yüksek sesle okuyamazdım. Üçüncü duvarda çürük kaplı ruhanî ciltli
kitaplarla dolu kütüphâne. İçinden Sultan İkinci AbdülhamidHan’ın, Sultan Üçüncü
Selim Han’ın el yazılarını İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in çıkarıp misâfirlerine
uzaktan gösterdiği cilbendler…
Dördüncü duvar hep pencere… Ve bu
pencereler asıldığı için perde sandığım sevailer, buhara işlemeleri… Bu odada
dünya içkilerinden yalnız ikisi malûmdu: Devetüyü renginde kulpsuz fincanlarda
Yemen kahveleri… Bir de misâfirler yudum yudum içmezse İbnülemin Mahmud Kemal
Bey’in halâvetine yandığı turunç şerbetleri…
Bu odada levhaların, kitapların üzerindeki
tozlar bir veli türbesinin toprak zerreleri gibi mukaddesti. Hizmetçi bu
mukaddes şeylere ancak ev sâhibinin izniyle yalnız ayda bir defa el
sürebilirdi. Burada her şey eskiydi; okunan şiirler eski; oturulan sedirler
eski; kelimeler eski; hattâ sesler bile eski. Bu odadan sokağa çıktığım zaman
bir devrin cenâze namazından dönüyorum sanırdım. Fakat laakal iki asır eski
olan bu odanın mâziliğine rağmen burada mânevi bir aydınlık vardı. Buraya
gelenler Fuzûlî’nin bir imâlesinden başka tu’l ü emel bilmezler; burada Nâima’nın
bir nüktesiyle bütün mahrumiyetler unutulurdu. Ve bu oda, mukaddes bir
mahremiyetin rutubeti içinde yazın bile serindi. Ancak bu serinlik selvilerden
inen gölgeler kadar loştu. Buradan çıkınca sokaklara, insanlara şaşırarak
bakardım. Bu odada mühim ilim vak’aları olurdu; Ali Emiri Efendi bir yazma
kitapta bir sineğin bir damla münasebetsizliğini diliyle ıslatıp eliyle
siler… Ve Revan sekarının Revan seferi olduğunu bu odada keşfederdi. Ve 93
âyânından Bursalı Rıza Efendi’nin Şehnâme’yi ezber bildiğini, Târih-i Edebiyat
müellifi Faik Reşat Bey gözlerini açarak bu odada söylerdi. Nâmık Kemal’in
temiz ve beyaz çoraba meraklı olduğunu da, şâir Adanalı Hakkı Bey ’den yine bu
odada öğrenirdim.
Yine bu odada mühim politika meseleleri de
geçerdi. Meselâ bir gün Hayret Hoca memleketi fenâ idâre ediyor diye Sultan
İkinci Abdülhâmid Han’a öfkelendi; Yıldız’ın bahçe duvarına merdiven dayayıp
yatak odasına pencereden dalarak pâdişahı boğmaya kalkıştı. Hayret Hoca 55
yaşında olduğu için padişahın hakkından geleceğine odadakiler emindi. Yalnız
Hoca o kadar miyoptu ki, kendi kızını tanımak için burnunu yanağına
yapıştırırdı. Bu miyopluk meselesini, odadakilerin kulaklarına hafız-ı kütüp
Tahsin Hoca tebessümle fısıldadı ve Hayret Hoca bu niyetinden zorla
vazgeçirildi; 10 Temmuz Meşrutiyeti de bu yüzden beş yıl gecikti.
İşte Safahat şâiri Âkif’i bu odada tanıdım.’
İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Konağı
İbnülemin’in
yakın dostu Süleyman Nazif’in buluşuyla, Mehmet Emin Paşa’dan büyük oğlu Mahmud
Kemal İnal’a intikal eden, ‘darü’l-kemâl’
olarak adlandırılan bu ilim irfan yuvası konak, pek çok ilim, fikir ve sanat
adamının, ediplerin, devlet adamlarının buluşmalarına sahne olmuştur.
Bu konaktaki
toplantılara katılanlar; Tanzimat döneminin meşhur vezirlerinden Âli Paşa’nın
odasında armut yerken kâtibi Sâib Bey’i nasıl kovaladığı anlatılır,
Abdülaziz’in kanına giren cuntanın lideri Hüseyin Avni Paşa’nın babasına niçin
‘Eşekçi Ahmet’ denildiği araştırılır,
Plevne savaşında Gazi Osman Paşa’nın kullandığı kılıcın sağ yüzündeki yazıyı
kimin yazdığı tartışılırdı.
Konağın
müdavimlerinden biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar da bu renkli konağı şöyle tasvir
ediyor:
‘İbnülemin
Mahmud Kemal İnal’ı kendi muhitinde, evinde tanımak lâzımdır. Muharrik, âdeta
islim üzerinde duran ve her an misâfire hürmet etmek lâzım geldiğini hatırlamak
mecbûriyetinde kalan bir mizacın muhtelif cilveleri arasında, üst üste gelen
çok lezzetli nüktelerin bir nevi şehrayin gibi renk ve ışıkla doldurduğu bir
musahebe için bu ev, muasırı olduğumuz hayattan birdenbire ayrılır ve bütün
duvarlarını, raflarını, kıyı bucağını dolduran sayısız mâzi yadigârlarının ait
olduğu, daha doğrusu temsil ettiği bir zamandan, olduğu gibi kalmış istisnaî
bir köşe olur ve biz orada ev sâhibini, herhangi bir muasırdan çok daha yüksek
bir şey, geçmiş devirlerin en güzel ve iyi taraflarının gelecek nesillere
intikalini temine çalısan ilmin kendisi ve sohbetin sihriyle dinleyicilerini
şaşırtıp teshir eden bir sanatkâr olarak buluruz.
Fakat
İstanbul’un işgal yıllarında bu konağın târih içinde geçirdiği felâketlere bir
yenisi daha eklenir. En zor günlerinde sâdece dostlarına değil, bir vesile ile
kendisine cephe almış insanlara yardımda bulunma ihtiyacı hisseden bu yüce
gönüllü insan, nezârethaneye alınan Said ve Abbas Halim Paşaları da sık sık
ziyâret eder. Fakat Fransızlar bu korkusuz adamı yıldırmak için evinin işgal
edileceğini bildirirler ve yirmi dört saat içinde konağın boşaltılmasını
isterler. O günkü şartlarda bu konağın yirmi dört saat içinde boşaltılması
mümkün değildir. Aksi gibi İzmir’in işgalini protesto için kepenk indiren esnaf
o gün çalışmıyordur ve eşyaların taşınması için araba bulmak da hayli zordur.
Neticede bazı dostlarının yardımıyla bir kısım eşya taşınır, bazılarını yine
arkadaşlarına emânet eder; fakat yağmur taşınan bu eşyaları perişan etmiştir.
Pek çok gazete, mecmua koleksiyonu ve bazı kıymetli eşyalar konakta bırakılır.
Ne yazık ki onlar da konağın bir buçuk yıllık işgal döneminde Fransız ve
İngiliz askerlerle göçmenler tarafından yağma edilir. İbnülemin evinin işgal
süreci hakkında şunları söylüyor:
‘Fransızlar
verdikleri mühletin hitamında bizi cebren çıkardılar. Yarım asırdan beri ikamet
olunan ve Süleyman Nazif merhumun bir makalede bahsettiği vechile erbab-ı kemal
tarafından ‘darü’l-kemâl’ nâmı
verilen bir evin yirmi dört saatte tahliyesi nasıl mümkin olurdu?
Binlerce cilt
kitabı ihtiva eden dolaplar ve raflar bir oda dolusu eski ve yeni gazete ve
mecmua koleksiyonları, eşya-yı nefise, antika masnuat, elvah-ı bedia ve sâireyi
yirmi dört saatte değil, en müsaid zamanda bile üç dört günde taşımak, bahusus
o gün İzmir’i Yunanlılar istila ettiklerinden ‘alâmet-i matem olarak’ İslâm dükkânları mesdud, arabalar işlemekte
mesnu, mesken bulmak muhal ve şiddetle yağmur yağmakta iken nereye ve nasıl
nakledilebilirdi?
İbnülemin,
evinin işgali sırasında kendisinin ve ailesinin uzun yıllardır biriktirdiği
sanat eserlerinin, kitapların, çeşitli evrak ve yazıların işgal sırasında
insanın söylemekten haya edeceği çeşitli maksatlarda kullanıldığını söylüyor ve
şu çok mânidâr cümleyi sözlerine ekliyor: ‘Garb
medeniyetinin ne demek olduğunu zâten bilirdik, bu defa daha iyi öğrendik.’
Netice:
‘Nev’i şahsına münhasır’ insanlar
yetiştirmek asırların getirdiği tecrübeyi incelikle işleyip mensuplarına
aktarabilen kültürlerin başarabileceği bir şeydir. Kültür, insanın ebediyet
iştiyakının eşyaya, düşünceye ve söze yansımış bir şeklidir. Bu sebepten mevcut
birikimini taşıyabilecek, onu gelecek nesillere emânet edebilecek kudrette bir
şahsiyet yetiştirmek kültürün varlığının tabiî bir neticesidir.
İbnülemin
Mahmud Kemal Bey de aktıkça çoğalan, çoğaldıkça zamana ve hayata taşan büyük
bir medeniyetin mensubu olduğunu biliyor, bu şuurla yaşıyor, bu düşünceyle eser
veriyordu. İbnülemin’i tanıyanların O’nu bir Tanzimat efendisine benzetmeleri
medeniyetin kendisinde mevcut bir direnci İbnülemin’de tecelli ettirmesinden başka
bir şey değildir. Çünkü medeniyet birikimdir. İnsanlık tecrübelerinin en iyisi,
en güzeli ve en sağlamı medeniyetin kendisini meydana getiren malzemeyi teşkil
eder. İbnülemin de bu malzemeyi renkli şahsiyetinde biriktirmeyi başarmış ârif
bir insandı.
İbnülemin’in
millî kültürümüze eserleri, sohbet meclisleri ve dönemin kültür ve edebiyat
adamlarına tesirleri yoluyla yaptığı hizmetlerin kıymetini takdir etmek, en
azından bu hizmetleri bilmek hepimizin boynunun borcudur. Şahsiyetleri yeni
nesillerin yoluna ışık tutan böyle insanları sevmeli ve sevdirmeliyiz. Bu
sâyede hiç değilse onların aziz hâtırâsını yâd etmek haklı bir kadirşinaslık
örneği olacaktır. Sözlerimi İbnülemin’in şu güzel vecizesiyle bitirmek
istiyorum:
‘Ehl-i hünerin kadrini bilmek de hünerdir.’
708
Konak Hayatından Kesitler:
Sâdeddin Kaynak ve sakal meselesi
Konağındaki ‘Mûsikî Meclisleri’, İbnülemin Mahmud
Kemal Bey’in en çok sevdiği toplantılardandı. Genellikle insanlardan kaçan ve
yalnız yaşamayı seven üstad, bu tür toplantılara nazlanmadan giderdi.
Yine böyle bir
meclisteydi. Toplantıda zamânın tanınmış bestecilerinin önemli bir bölümü ve bu
arada Sâdettin Kaynak da bulunuyordu. Uzun yıllardır sakallı gezen Sâdettin
Kaynak, o dönemde yeni ilân edilmiş cumhûriyete daha uygun düşsün diye sakalını
kestirmişti. İbnülemin Mahmud Kemal Bey, O’nun yüzüne uzun uzun baktı ve şöyle
dedi:
–Canım efendim; çehreniz bana hiç de yabancı
gelmiyor. Sız daha önceleri sakallı değil miydiniz?
Gerçekten de
yakın bir zamâna kadar sakallı gezdiğini nerdeyse kendisi de unutmuş olan
bestekâr zor durumda kalmıştı. Başkalarının hatırlamasını hiç istemediği için
inkâr yoluna seçti:
–Üstâdım; yanılmış olmalısınız. Ben oldum
bittim sakalsızdım!..
–Aman efendim nasıl olur? Hattâ bir gece
bendenizin evinde…
Sâdettin
Kaynak işin belgelere döküleceğini, kendisinin bir zamanlar sakallı olduğunun
ispatlanacağını nedense arzu etmiyordu. Hemen üstâdı zayıf tarafından
yakalamayı düşündü. Sözü değiştirerek şöyle konuştu:
–Bu yenilerde bir beste geçtim. Bilmem
dinlemek lütfunda bulunur musunuz? diye sordu.
Mahmud Kemal
Bey’in:
–Minnettar kalırım!
Demesiyle
birlikte, yaptığı yeni ve çok güzel besteyi okumaya başladı. Üstad, gerçekten
güzel bir eser olan besteyi, âdeta kendinden geçerek, derin bir haz ve saadet
içinde dinledi. Sâdettin Kaynak, okumasını bitirdiği zaman içinden: ‘Neyse, adamın dikkatini başka tarafa
yönelttik…’ düşüncesiyle seviniyordu ki, İbnülemin Mahmud Kemal Bey yeniden
dile geldi:
–Cidden şâheser bir şey olmuş efendim. Beni
ihyâ ettiniz. Fakat siz bunu okurken gözümün önüne hep o eski sakallı hâliniz
geldi. O sakallı hâlinizle okusaydımz, hiç şüphem yok ki, size çok daha fazla
yakışırdı!
Salondakiler
gülmelerini zor tutarlarken Sâdettin Kaynak baygınlıklar geçiriyordu.
Sordular, cevap verdi:
Ben bu evlenme meselesinde daima
pederimle vâlidemin hayatını nümûne olarak alıyorum. Otuz altı sene beraber
yaşayan vâlidemle pederim bir kere bile kavga etmemişlerdi. Rahmetli vâlidem
pederimin yanında gayet hürmetkârâne bir tarzda dururdu. Otuz altı sene
vâlidem, pederime çok büyük biı hürmet göstermişti. Ben de böyle bir hayat eşi
düşünüyordum.
İzdivaçta iki tarafın da yüz göz
olmamaları çok lüzumludur. Şimdi bazı çiftlere bakıyorum da birbirlerine ‘bey’
ve ‘hanım’ sözünü bile çok görüyorlar. Yekdiğerini sâdece ismiyle çağırıyorlar
Tanıdıklarımdan birine gittim. Kapıdan içeriye girdim. Kadın, kocasına
bağırıyor: ‘Lütfi! Lütfi!’ Beyefendi
meydanda yok. Nihayet kadın aşağıya indi: ‘O,
maşallah, buyurunuz.’ dedi. ‘Lütfi de
meydanda yok!’
Tecâhülle (bildiğim halde,
bilmemezlikten gelerek) sordum ‘Lütfi
kim? Uşak mı sâdece ismiyle çağırıyorsunuz?’ ‘Hayır kocam. Ben ona ‘Lütfi’
derim. O da bana ‘Cici‘ der.’
Ben âilede bu derece yüz göz
olmanın taraftarı değilim. İki tarafın da birbirlerine karşılıklı, mütekabil
hürmetleri olmalıdır.
***
Türkiye’de
misâfir olarak bulunan profesör Mahmud Kemal İnal’a sorar:
–Türkiye’de üç biyografi âlimi bulunduğunu
söylüyorlar. Biri sizmişsiniz. Kimin
en üstün olduğunu anlamak istiyorum.
–Böyle saçma sual mi olur? Sorduğunuz
âlimlerden biri 26 yıllık muallimdir. Öğretmek için öğreniyor. Öbür âlim, bırk
yıldır en zengin kütüphânenin müdürüdür. Her gün bir kelime öğrenmişse, kırk
yıllık sermâyesi elbette benden üstündür. Eğer ben de onlar gibi hep ilimle
meşgul olsaydım, hiçbirine ağız açtırmazdım.
O iki âlim,
bir toplantıda Üstada;
–Profesöre söylediğinizi duyduk. Fakat bize
zâten ağız açtırmıyorsun ki…
***
Üstat İnal’a
sordular:
–En değerli kitaplarınızdan birkaçının adını
söyler misiniz?
-‘En değerli’ ne demek? Hepsi değerlidir.