İbnülemin Mahmud Kemal İnal ve Eserleri – 17

79

Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine

 Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine

 

Eserleri-10

 

İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Diğer Eserleri-2

 

İslâm
Mütefekkiri ve Ahlâkçısı:
1895 yılı Aralık ayı başında Tercümân-ı
Hakîkat’teki yazılarına tekrar dönen İbnülemin’in bu târihten itibâren yazı
hayatının ikinci devresi başlar. Bu devrenin ilk yazısı olarak çıkan ‘İslâmiyet, Mârifet’ başlıklı makalesi ve
bunu tâkip eden İslâm dini, medeniyeti ve ahlâkı hakkında düşüncelerini ortaya
koyan diğer yazıları İbnülemin’in İslâm dininin yüceliğini, ahlâkî, medenî ve
insanî değerleriyle anlatma ve savunma vazifesini üzerine almış bir yazar ve
mütefekkir olarak doğuşunun habercisi oldu. Başta Tercümân-ı Hakîkat olmak
üzere gazete ve dergilerde 1895’ten 1900’e kadar devam eden bu yazılarında
İbnülemin’in çıkış noktası, İslâmiyet’in terakkiye mâni olduğu yolundaki
görüşün bâtıllığını gözler önüne sermek, kendinden önceki dinlere nisbetle
medeniyete ve insanlık âlemine ne gibi değerler kazandırmış olduğunu ortaya
koymaktır.

Üzerine aldığı
bu dâvânın ilk yazısı ve öncüsü olan ‘İslâmiyet,
Mârifet
’ten başlayarak devamlı takdirle karşılanan, çeşitli okuyucu
mektupları ile tebrik edilen ve aynı zamanda devrin önde gelen İslâmî
otoritelerinin gittikçe ilgisini üzerlerinde toplayan bu yazılarda kendisini
göstermekte olan bu İslâm mütefekkiri hüviyeti, aynı zamanda onun bütün
hayatına hâkim olmuş bulunan bir İslâm ahlâkçısı olma yönünü de tam açıklığı
ile meydana çıkarmaktadır. İslâm dininin insanlığa ve medeniyete olan hizmetini
göstermek gibi bütün benliğiyle benimsediği bir dâvâda yazı yazmaları ve
efkâr-ı umûmiyeyi aydınlatmaları gereken salâhiyet sâhiplerini kendilerinden
beklenen bir gayret içinde görmediğini ifâde eden İbnülemin bu işin kendisine
bir özel vazife olarak nasıl teveccüh ettiğini şöyle anlatır: ‘Âlem-i matbûatta mesâil-i dîniyye ve
maârif-i İslâmiyye’ye dâir bir bahs-i mühim açılıp da bu yolda îrâd-ı makāle
lüzum görüldüğü zaman himmet benim gibi aceze-i ümmete kalıyor

Yerine oturmuş
bir düşünce sistemiyle İslâm dini ve medeniyetine dikkat çekici bakışlar
getiren bu yazılarında, İslâmiyet’in akıl ve bilgiye dayanan ve sâdece ona
itibar eden bir din olmak sıfatıyla İslâmiyet’in doğuşu ile gerçekliğini
yitiren kendinden önceki dinler ve o zamana kadar içinde yüzdüğü bâtıllar
arasından sıyrılarak insanlığa nasıl saâdet ve aydınlık getirdiğini anlatıp
sinesinden, ‘Eğer dünyada bir dine
bağlanacak olsaydım tereddütsüz İslâm’ı kabul ederdim
’ diyen mütefekkirler
de çıkarabilmiş olan Hıristiyan Batı’ya ve günümüz insanına dinimizi derin gerçekleriyle
öğretmenin, din ve inançları ne olursa olsun hakîkati arayanlara kılavuzluk
ederek yardımcı olmanın farz-ı ayın derecesinde bir vazife olduğu üzerinde
durur.

İbnülemin,
Kur’ân-ı Kerîm’in mevcut tefsirlerinin şimdiki asrın ihtiyacı ile mütenâsip bulunmadığını,
günümüze göre bir Türkçe tefsirin meydana getirilmesine büyük bir lüzum
olduğuna ehemmiyetle işâret ederek böyle bir tefsirin, Avrupalı
araştırmacıların İslâm âlimleri derecesinde Kur’ân-ı Kerîm’in derinliklerine
vukufları mümkün olamadığından onlara da sağlayacağı fayda dolayısıyla neticede
Avrupalıların geniş ölçüde şâhitliğini mümkün kılacağını belirtir . Bu
makalesinden dolayı hakkındaki bir tebrik yazısına verdiği cevapta yazılarının
gördüğü ilgi ve teşvikten aldığı cesaretle bundan böyle de kalemini bu yolda
kullanacağını vaad eder.

Bilhassa
ramazanlarda sıklaştırdığı bu yazı silsilesi içinde ‘İslâmiyet, Mârifet’ten başlayarak ‘Âlem-i İslâmiyyet’, ‘Dîn-i
İslâm
’, ‘Hayrü’n-nâs men yenfau’n-nâs’,
Hel yestevi’llezine ya‘lemûne vellezine
lâ ya‘lemûn
’, ‘Medeniyyet-i Sahîha’,
Bir Mektub-Fezâil-i İslâm’, ‘İslâm’, ‘Garb Mektubu’, ‘Fezâil-i
İslâmiyye ve Üç Yüz Bin Nüfusun İhtidâsı
’, ‘Şehr-i Ramazan’, ‘Aleyke’s-selâm
Ey Nebiyyü’l-verâ
’, ‘İltizâm-ı
Hasenât ve İsti‘dâ-yı Merhamet
’, ‘Nizâm-ı
İlâhiyye
’, ‘Terbiye-i Esâsiyye’,
Dîn-i Hak’ gibi makaleleri arasında
Medeniyyet-i Sahîha’ ile ‘Terbiye-i Esâsiyye’, O’nun İslâm’ın
yüceliği ve fazîletleriyle ilgili görüşlerini en toplu şekilde aksettirdikleri
kadar, uyandırdıkları büyük ilgi ve takdir dolayısıyla da özellikle
zikredilmeyi gerektirir.

İbnülemin,
Fâtih dersiâmlarından (daha sonra şeyhülislâm) Mûsâ Kâzım Efendi’ye hitâben,
O’nun ‘Medeniyyet-i Sahîha-Diyânet-i
Sahîha
’ adlı yazısı dolayısıyla yüksek makam sâhibi bir şahsiyetin emri ve
isteği üzerine kaleme aldığını bildirdiği ‘Medeniyyet-i
Sahîha
’ adlı makalesinde, Mûsâ Kâzım Efendi’nin düşüncelerine paralel
olarak kendi görüşlerini geliştirip bundan önceki yazılarında olduğu gibi
sonraki yazılarında da ifâde ettiği bir medeniyet felsefesinin esaslarını
ortaya koyar. İbnülemin burada, ‘medeniyyet-i
zâhire
’ (medeniyyet-i kâzibe) ve
medeniyyet-i sahîha’ (medeniyyet-i hakîka) yahut ‘medeniyyet-i bâtına’ olmak üzere iki
ayrı medeniyet tipinin varlığını bahis konusu etmektedir. O’na göre
medeniyyet-i zâhire, teknik ve sanayiin meydana getirdiği birtakım göz
kamaştıran görünüşleri sergiler. Ancak bu medeniyet tarzı mânevî değer ve
fazîletlerden mahrum, insanların refah ve saâdetten aynı şekilde
faydalanamadığı, bir kısmının açlıktan öldüğü veya intihar ettiği, işsizlerin
yoksulluk içinde kıvrandığı ve insanı yücelten ahlâkî değerlerin mevcut
olmayışı neticesi en başta cinâyet işlemek gibi kötü fiil ve yollara düşülen
bir sistemdir. Medeniyyet-i sahîha ise din, ahlâk, adâlet gibi üstün mânevî
değerlere sâhip, insanlara her türlü saâdet ve refahın sebep ve şartlarını
sağlamayı gaye edinmiş bir medeniyettir. Bu medeniyet, insanlara maddî ve
mânevî saâdetlerini kazandırma yolunda birbirlerine yardım ve merhamet etmek,
her hususta adâlet, başkalarının hakkını çiğnememek, kendi menfaati için umûmun
menfaatine zarar vermemek, nefsânî hazlar uğruna insanî meziyetleri fedâ
etmemek, vicdanı her şeyin üstünde bir hakem olarak kabul etmek, Allah’ın
rızâsını kazandıracak hayırlı işlerde bulunmak gibi ahlâkî güzellik ve erdemlerin
hâkim olduğu bir medeniyettir. Allah’ın emrettiklerini yerine getirmek,
menettiklerinden ise kaçınmak suretiyle kazanılan bu erdemlerin, bütün ahlâkî
güzelliklerin temeli ve kaynağı dindir. Bütün bunlar hak din sâyesinde meydana
gelir. Daha sonraki yıllarda bu konuda son hüküm olarak şöyle der: ‘Târihin kesin delillerle ortaya koyduğu ve
ispat ettiği hakîkat, beşeriyetin tekâmülü ve medeniyyet-i hakîkiyyenin vücut
buluşunun İslâmiyet’in gelişiyle mümkün olduğudur
.’

İslâm’ı esas
alan bu medeniyet görüşü etrafında toplanan diğer düşünceler de şöyledir: ‘Hak ve hakîkat ne ise onu görmek ve
göstermektir
’ diye târif ettiği mârifet onun temelini teşkil eder. İslâm
dini mârifet ve fazîlet üzerine kurulu olduğundan mârifete itibar edilmekle
dine de riâyet edilmiş olur. Buna göre insâniyet mârifet ve fazîletle kāim,
diyânet de mârifetle dâimdir. Netice itibâriyle ahlâkî erdem ve güzelliklerin
temeli dindedir. Hakikî saâdet de ahlâk güzelliğiyle kāimdir; Allah’ın rızâsı
ahlâkın güzelliğiyle kazanılabilir. Medeniyet ve ahlâkî değerler maâriften
doğmuştur. Bilgiyi, aydınlanmayı ve çalışmayı emreden İslâm, bu bakımdan
getirdiği disiplinle öbür dinlerin çok üstünde olduğu gibi insanları öğrenme ve
çalışmaya memur kılmakla hem ferdin hem toplumun refah, saâdet ve yükselme
şartlarını sağlama yolunu da açık tutmuştur. İslâm dünyasında onun doğrultusuna
girmeyenler geri kalmışlar, bilgi ve çalışmanın getireceği nimetlerden nasip
alamamışlardır. Müslüman ülkeler, İslâm’ın bu disiplinine sâdık kaldıkları
zamanlarda medeniyet ve refaha yükselmişler, onu ihmal ettiklerinde de
gerilemişlerdir. Geri kalma, yüce dinin kendisinden kaynaklanmayıp onun emir ve
hedeflerinden uzak kalmanın bir neticesidir.

İbnülemin, ‘medeniyyet-i sahîha’ diye adlandırdığı
İslâm din ve medeniyetinin bu yönüne çeşitli yazılarında sâdece temas etmekle
kalmayıp başta ‘Hayrü’n-nâs men
yenfau’n-nâs
’ olmak üzere ‘Teâvün-Tenâsur’,
İltizâm-ı Hasenât ve İstidâ-yı Merhamet’,
Vazîfe-i İnsâniyye’ gibi
makalelerinde çok daha geniş şekilde yer vermektedir. Bu düşünce sistemi
içindeki makalelerinin en hacimlisi olan ‘Terbiye-i
Esâsiyye
’de İbnülemin, medeniyet icabı diye gösteriş vesilesi olarak bir
moda hâlinde almış yürümüş yabancı mürebbiye tutma meselesini etraflı bir
tahlilden geçirerek Müslüman çocuklarının terbiyesinin Hıristiyan ülkelerinden
gelmiş kadınların eline bırakılmasındaki mahzurları ele alır. İbnülemin, sağlam
bir İslâmî terbiye görmeden çocuğu Frenk âdetlerine göre yönlendiren bir
terbiye vermenin onu bir Frenk olarak yetiştirmek demek olacağını ifâde
etmektedir. Büyük bir takdirle karşılanan makale kuvvetli bir akis uyandırmış,
zamanın tanınmış doktorlarından Necmeddin Ârif’in yanı sıra Fâik Reşad gibi
şahsiyetler yayımlandığı gazeteye tebrik yazıları göndermişlerdir.

İkinci
Meşrutiyet devrine gelindiğinde İslâmî görüş etrafında bir müddet daha devam
ettirdiği yazılarında, daha önceki düşünceleri dışında yeni bir unsur olarak
İslâmiyet’in hürriyete verdiği değer meselesinin yer aldığı görülür.
İbnülemin’in hürriyet kavramına İslâmî yönden yaptığı yorum, politik olmaktan
çok vicdanî ve ahlâkî değerlerle adâlet ve insana saygı düşüncesine
dayanmaktadır. Onun bu görüşleri, devrin diğer kalem sâhiplerinin politik
merkezli düşüncelerinden farklı ve onlardan ileri bir seviyededir.

İbnülemin
Mahmud Kemal İnal bu devrede İslâmî yazılarını arada Mir’ât-ı Maârif, Cerîde-i
Sûfiyye gibi dergilere de vermekle beraber özellikle Beyânülhak dergisinde,
fakat belirli bir süre için kaleme aldı. Derginin 15-38. sayıları arasında ‘Hak’, ‘Bekā Din ile Kāimdir’, ‘İdâre-i
Meşrûta
’, ‘Amel’, ‘Vazîfe-i İslâm’, ‘Mârifet-Din’, ‘İttihâd-ı
Kulûb
’, ‘Serbestî-i Mezâhib’, ‘Lâ musîbete a‘zam mine’l-cehl’, ‘Cezâ-yı Amel’, ‘Selâmet, İltizâm-ı Hakîkattedir’, ‘Ehemm-i Umûr’, ‘Hürriyyet’,
Nef‘-i Nâs’, ‘Vazîfe-i İnsâniyye’ adlı makaleleri yayımlandı.

Üstat Mahmud
Kemal Bey bu yazılarından başka 1896-1897 yılları arasında Arap edebiyatının ve
İslâmî edebiyatın Arap dili ile olan bazı klasik eserlerini tanıtmaya ve
değerlendirmeye çalıştığı gibi özellikle de Arapçadan şâhit, kültür ve edebiyat
dili olarak Arapçanın lüzumu meselesi üzerinde ehemmiyetle durmaktaydı. Böylece
bir müddet sonra başta Hacı İbrâhim Efendi ve Hüseyin Câhid (Yalçın) gibi
düşünce ve kalem erbabı arasında cereyan edecek, Arap dili ve ona bağlı
kültürün gerekliliği hususunun karşı tarafça toptan inkâr zeminine götürüleceği
bir münakaşanın kapısını bu yazılarla aralamış oluyordu. İslâm medeniyeti ve
ahlâkının yüceliği konusunda yürüttüğü husûsi vazifenin İkinci Meşrutiyet
sonrası ortaya çıkan Sırât-ı Müstakîm, İslâm Mecmuâsı gibi yayın organlarında,
İslâm ilâhiyyâtında ihtisaslaşmış ve sayıları çoğalmakta olan salâhiyetli
kalemler tarafından temsil edilmekte olduğunu gören İbnülemin, bu sahayı artık
onlara bırakarak bundan böyle kendini yazı ve fikir hayatının esas merkezi
hâline gelecek olan biyografi ve târih çalışmalarına verir.

İslâmî
konulardaki önemli yazıları ve kültürümüzün çeşitli konuları etrafında dolaşan
diğer makaleleri İbnülemin’e henüz genç yaşında iken îtibar ve şöhret sağlamıştı.
Devrin basınında, O’nun kalem kudretini tasdik eden çevrelerce daha o yıllarda
kendisinden ‘edîb-i şehîr’ unvânıyla
söz edilmekteydi. Geçmişin gazete ve dergi koleksiyonlarında dağınık vaziyette
kalmış yazılarının vaktiyle ortaya koyduğu İslâm mütefekkiri hüviyeti, daha
sonraki yıllarda öne çıkan biyografi çalışmaları dolayısıyla gölgelenip
perdelenmiş, bir devrin alkışladığı İslâmî konudaki yazılar kitap hâline
gelemediği için bir müddet sonra unutulmuştur. Memleketimizde diğer sahalarda
olduğu gibi günümüzde fikir târihiyle ilgili araştırmalarda, araya büyük zaman
mesâfesi girmiş bulunan gazete ve dergi koleksiyonlarına gidilmek yerine kolay
erişilebildiği için sâdece kitap hâlindeki hazır malzemeye müracaat olunmakla
yetinildiğinden İbnülemin’in İslâm mütefekkiri ve ahlâkçısı yönü, Türkiye’de
İslâm düşüncesi ve İslâmcılık konusunu işleyen çalışmaların meçhulü kalmıştır.
Sonraları ‘Kemâlü’l-makāl’ adı
altında bir araya getirmek istediği makalelerini bir kitap halinde yayımlamaya
imkân bulamaması, ayrıca biyografi âlimi olarak ağır basan hüviyetinin çok öne
geçmesi, o zamanki yazılarını ‘Külliyyât-ı
Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım: Dinî, İçtimaî Makaleler’
adıyla kitap hâline
getirebilmiş olan fikir yoldaşı ve ele aldıkları meselelerle aralarında
paralellikler bulunan Hüseyin Kâzım gibi onun bu çeşit araştırmalarda hak
ettiği yeri alabilmesini engellemiştir.

Hersekli
Ârif Hikmet Bey:
1839-1903 yılları arasında yaşamış divân şâiridir. Osmanlı
ülkesinin çeşitli yerlerindeki memuriyetlerinden sonra İstanbul’a yerleştiğinde
dostluğunu kazanıp kendisiyle yakın temas içine girdiği şâir Ârif Hikmet
Bey’in, esas kısmını sağlığında yazarak ölümünden yedi ay önce kendisine
gösterdiği ve kontrolünden geçirdiği hal tercümesinin, ona dâir hâtıraları ve
dostlarının ona dâir görüşlerini belirttikleri yazıları ile çok genişletilmiş
şeklidir. Ölümünden iki buçuk ay kadar sonra tamamladığı eser önce Tercümân-ı
Hakîkat’te tefrika halinde yayımlanmış, muhtelif değişikliklerle ‘Kemâlü’l-Hikmet’ adı altında kitap
olarak da basılmıştır (İstanbul 1909). Hayatını en iyi bilen ve tahkik eden bir
müellif sıfatı ile İbnülemin’in kaleminden çıkan bu eser, Hersekli Ârif Hikmet
hakkında kendisine fazla bir şey ilâve edilemeyen bir kaynak olarak değerini
günümüze kadar sürdürmüştür.

 

Kemâlü’l-kiyâse
fî Keşfi’s-Siyâse:
Siyâset ilminin bazı konularını târih felsefesinin bazı
meseleleriyle birlikte belirli bir sisteme bağlı olmaksızın işleyen 503
sayfalık bu eser beş ana bölümden meydana gelmiştir. Eski siyâsetnâmelerinkine
benzer bir ad verdiği, telifi 1906-1908 yılları arasında yayını devam etmiş
olan eserde sırasıyla târihin lüzumu ve faydası, târihî eserlerde gerçek ve
gerçek dışılık, târihte gerçek olanın gerçek olmayandan nasıl ayırt edileceği,
siyâset ilminin önde gelen konuları ve ilkeleri, devletler hukukunun bazı
meseleleri, sefirler ve bunların siyâset ve milletlerarası münasebetlerdeki rol
ve fonksiyonları, hukuk ve politika bakımından askerlik ve harp konusu gibi
meseleler işlenir. Bu bölümlerin hepsinde târihten alınmış misaller ve anekdotlara
yer verilmiştir. Her bölüm veya faslın başında ilkin Doğulu yahut Batılı
kaynaklardan seçilmiş ibâre ve paragraflar verilmekte, daha sonra bunlar
üzerinde tahlil ve yorumlar, bazan da tenkitler yürütülmektedir. Batılı
müelliflerden nakledilen parçalar esas itibâriyle bunların Türkçe’de mevcut
tercümelerine dayanır. Seçilen metinler İbn Haldûn, İbnü’l-Esîr gibi
târihçilere ve İbn Kemal, Naîmâ, Mansûrîzâde Nûri Paşa, Cevdet Paşa gibi
Osmanlı târihçileriyle Mâverdî’ninki de dâhil siyâsetnâmelere, ahlâk, politika
ve hukuk kitaplarına, askerlik ve harp sanatına dâir bâzı eserlere, Büyük
Frederic, Bismarck gibi Batılı devlet ve politika adamlarının nutuk ve
vecizelerine, zamanın fikir ve edebiyat dergileriyle günlük gazetelere, Nâmık
Kemal, Hersekli Ârif Hikmet’e ve diğer bazı edebiyatçılara kadar uzanan geniş
bir yelpaze içinden gelmektedir. Bunların esas itibâriyle harcıâlem kaynaklar
olduğunu söylemek gerekir. Kitabın muhtevaca bir bakıma Feyz-i Cevâd’ın çok
daha ileri götürülmüş ve geliştirilmiş bir şekli olduğu söylenebilir. Siyâset
ilminin ayrılmaz bir parçası ve mühim bir kaynağı olması dolayısıyla eserinde
târihin merkezî bir konumda olduğunu belirten İbnülemin, önsözden itibâren
târihçinin sorumluluğu meselesi üzerinde hassasiyetle durarak târihî gerçek
yerine yalana sapan târihçinin arkasında nasıl bir kötülük yolu bıraktığını ve
kendisinden sonrakileri aldatıp yanlış hüküm ve zanlara sevkettiğini
açıklamaktadır. Eser İbnülemin’in sosyolojik görüşleriyle birlikte târih,
politika, hukuk sahasındaki zengin birikiminin aynasıdır. Çok itinalı bir rik‘a
ile kaleme alınmış olan kitap tek yazma nüsha olarak İstanbul Üniversitesi
Kütüphânesi’nde bulunmaktadır (İbnülemin, nr. 2479).

Kemâlü’l-İsmet:
Zamanının en salâhiyetli ve en geniş bilgili biyografi otoritesi sayılan
müverrih Fındıklılı İsmet Efendi’ye dâirdir. Bu küçük risâlede, o vakitlerin
çoğu şahsiyetleri gibi kendi hal tercümesini vermekten kaçınan bu ünlü
mütehassısın esas olarak biyografi araştırmaları yolunda neler meydana
getirdiği üzerinde durulur. İbnülemin, çeşitli hâtıralarını anlattığı ve keskin
dikkatiyle onun bir portresini çizdiği bu eseri de İsmet Efendi’nin ölümünü
tâkip eden iki gün içinde yazarak 15 Aralık 1904’te tamamlamış, ancak
yayımlanması 1912’de mümkün olmuştur.

Önceki İçerikNusret Batınca Düşman Bozulmuş!
Sonraki İçerikNATO’nun Kuruluşu Önemi Ve Türkiye’nin NATO’ya Girişi
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.