Hz.Mevlana’ya – dilleri nasıl varıyorsa, haşa – casusluk, ajanlık gibi ithamlar da yazık ki, yapılmıştır. Hem de güya o sahanın ehil kişilerince. Gerçekten anlamakta zorlanıyor insan. O koca koca adamlar, nasıl böyle bir hataya düşerler. ‘Aman Yarabbi’ diyesi geliyor insanın. Değerli okur! Bu hususta yanlış yorumlar, yanlış bilişler, eksik anlayışlar söz konusu.
İyi bilelim ki, Vesika / Belge her şeydir. Fakat yine unutmayalım ki, Vesika / Belge aynı zamanda her şey demek değildir.
Hani bilirsiniz, yanılmıyorsam Napolyon’un şöyle bir sözü vardır: “Bana birisine ait bir kelime getirin, onu ipe götürmek mes’ele değil!” Vesika / Belge çok önemli bir hüccet ve kanıttır. Lakin gerçeğin küçük bir parçasıdır. Onu bir kenara atamayız. Ama onun için, tek başına her şeyi ifade eder, her şeyi ortaya koyup, çözer de diyemeyiz.
O konuda bütün belgeler ortaya konulmadıkça, soruna çok yönlü bakıp, her bakımdan incelemeye tabi tutulmadıkça, sıhhatli bir sonuca varılmaz. Fakat bu demek değildir ki, vesika; gerçeğe hiç ışık tutmaz.
Belge, Aysberg / Buz Dağı’nın deniz yüzeyinde görünen kısmını ifade eder. Bilirsiniz, Buz Dağları’na Kuzey ve Güney kutuplarında rastlanır. Deniz altında kalan kısmı, suyun üstünde görünen kısmından binlerce defa daha büyüktür.
Aysberg / Buzdağı’nı sadece görünenden ibaret sanmak çok yanıltıcıdır. Çünkü Aysberg; dağın göğe doğru uzanan son çıkıntısı kadardır. İşte belge de denizdeki Aysberg gibidir. Gerçeğin ancak çok küçük bir bölümünü gösterir. Asıl büyük kısmı ise su altında olup, bizce meçhul / bilinmez kalır.
Öyleyse Belge, ne tamamen bir kenara itilmeli, ne de her şeyi sırf onun açısından ele almalı. Kaldı ki, tarih olaylarını tekrarlatmak imkansızdır. Mevcut kalıntılarla yetinmek zorunda kaldığımız için, çok temkinli olmalıyız.
Yoksa, körlerin Fil’i tarif ettikleri duruma düşeriz. Çünkü, körlerin her birinin Fil’i tarifi; bir bakıma doğru, diğerlerine göre çok yönlerden yanlıştır. Ancak hepsinin yaptıkları tarifler, yerli yerine oturtulduğu takdirde, Fil’in tarifine, en çok yaklaşılmış olunur.
Bu yüzden bazen kesin keslikten kaçınmalıdır. Bundan dolayı tarihteki bazı gerçeklere tam olarak kavuşamayacağımızı bilmeli. Tarihteki kimi hakikatlere ancak yaklaşılabilineceğini unutmamalıyız.
Tarihsel olayları anlama ve yorumlamada düşülen en büyük hata şudur: Olayları bugünkü ortamda oluyormuş gibi yoruma tabi tutmak! Oysa her olayı, kendi zaman ve zemininde ele almak gerekir. Kendimizi hayalen, o zamana götürmeli. O günün şartlarında sorunu ele almalı. Hükmümüzü ona göre vermeliyiz.
Yoksa bugünkü demokrasi ortamına bakıp memnun olurken, “Niye Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi zamanında demokrasi yoktu?” dersek. Bu şekilde onu tenkide kalkıp, eleştirirsek. İşte bu, abesle iştigal etmek olur. Yani boş bir uğraştan öteye geçmez.
O halde, Hz. Mevlana hakkında hüküm verirken çok titiz davranmalı. Öncelikle onun manevi şahsiyeti ve kimliğini nazara almalı. Kutsal irşat ve yol göstericiliğini asla göz ardı etmemeli. Kalbinin sırf insanlık aşkı için attığını, zinhar hatırdan çıkarmamalı.
Velhasıl onun hakkında hüküm verirken, ince eleyip, sık dokumalı. Çünkü Hz. Mevlana, şu anlamdaki sözlerle, fikir ve düşünce çerçevesini çok net biçimde belirtiyor ve diyor ki:
“Ben, sağ kaldığım sürece Kur’an’ın kölesiyim.
Muhammed Muhtar’ın yani O seçilmiş Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum.
Benim sözümde bundan başkasını yani Kur’an’a aykırı ve Hz. Muhammed’e ters düşen sözü kim naklederse,
Ben, ondan da bizarım, davacıyım. O sözlerden de bizarım, şikayetçiyim.”