27 Nisan ve 4 Mayıs 2002 tarihlerinde olacak, bir televizyon kanalında, Hz. Mevlana hakkında bir hafta arayla iki program yapıldı. Hz. Mevlana birinci programda, ne yazık ki, yerde yere vuruldu!
Duyulanlar karşısında irkilmemek, dehşete düşmemek mümkün değildi! Ben şahsen duyduklarım karşısında dona kaldım! O ne biçim ipe sapa gelmez sözlerdi! O ne biçim haksız ithamlardı! O ne biçim yersiz suçlamalardı! O ne biçim yakışıksız konuşmalardı! O ne biçim saçma sapan iftiralardı!
Aman Yarabbi dedim ve Allaha sığındım. Koca Mevlana’nın -haşa- söylenmedik ne casusluğu kaldı, ne de denmedik ahlaksızlığı!
Gerçi ikinci programa çağrılanlar – biri hariç- güzel konuştular sayılır. Bir bakıma Hz. Mevlana’yı layık olduğu yere oturtmaya çalıştılarsa da, birinci program, dimağlarda öyle derin yaralar açmıştı ki, kolay kolay zihinlerden silineceğe benzemiyordu.
Bu durum karşısında, karınca kararınca, Hz. Mevlana hakkında bir iki hususa açıklık getirmek istiyorum.
Mesela, Hz. Mevlana’nın eserlerinde geçen hikayelerin, çeşitli kitaplardan -haşa- devşirme, aşırma ve yürütme olduğu söylenerek; Hz. Mevlana töhmet altında tutulup suçlanmak isteniyor.
Halbuki her türlü inkişaf ve gelişme; bir evvelkinin gelişerek devamından başka nedir ki? Hani derler ya, güneş altında yeni bir şey yok. Sadece yeni bir sunuş tarzı vardır. Yeni bir ambalajla takdim şekli söz konusudur. Yeni bir surette, farklı bir biçimde, ortaya konuş hali bahis mevzuudur.
Önceki damlalar olmasaydı, son damla, taşan damla olur muydu? Oysa her yeninin temelinde bir önceki yeni vardır. O da bir önceki – şimdi eski olan- yeninin temeli üstünde yükselmiştir. Kendisi üstünde yükselecek olana – şimdiki yeni de- temel olacaktır. Bu böyle günümüze kadar devam ede gelir.
Öyleyse bugün yeni olarak gördüğümüz, yarına göre eski; düne göre yenidir. Demek ki, her şey bir sonrakine göre eski, bir öncekine göre yenidir.
Hz. Mevlana da önceki eserlerde geçen hikayelerden söz etmiş, onlardan tabii ki yararlanmıştır. Fakat bu hikayeleri ham madde olarak kullanmış, değişikliğe uğratarak, kendi fikirlerini onlara taşıtmıştır. Söylemek istediklerini onlar aracılığıyla söylemiştir. Bu üslubuyla naklettiği hikayeler; eskilerin aynısı değildir. Tabii ki, gayrısı da.
Bunu aynen şuna benzetebiliriz: Meşhur Süleymaniye Camisi, binlerce taşın kullanılmasıyla yapılmıştır. Tarihi yapıda onlarca mermer sütuna yer verilmiştir. Bu muhteşem eseri seyreden kimseye, taşların ustaca kullanıldıkları söylendiğinde, ha o taşlar mı falan dağın eteğinden getirilmiş dese!
Sütunların belli yerlerde, çok isabetli bir şekilde konuşlandırıldığından bahsedildiğinde ise, ha o sütunlar mı, filanca dağdan taşınmış dese! Bu şekilde muhteşem anıt caminin nesi nazara verilse, o kimse, canım alt tarafı dört duvardan oluşan bir yapı değil mi dese! Sırf Süleymaniye’nin taşını toprağını övse de, Mimar Sinan’ın mimarlığına, sanatkarlığına hiç değinmese, manen nasıl bir körlük içinde olduğu malumdur.
Nasıl ki, her resmin malzemesi aynıdır. Ama sonuçta tamamen kendi ressamının damgasını taşır. Onun adıyla anılır. Çünkü resim, o boyalar kullanılarak yapılmıştır. Fakat artık o boyalardan ibaret değildir. Zira tablonun her şeyi aslında Ressamı anlatmakta, onun bu şekilde içini dışa vurduğunu hatırlatmaktadır.
Evet doğru, Süleymaniye; taşlardan, sütunlardan ibaret. O taşlar ve sütunlar ise oradan buradan getirilme. Fakat o maddelerin bir san’at şaheseri olarak karşımızda yer alması, Mimar Sinan’ın mimarlık dehasının eseridir. Mimar Sinan’ın zevki seliminin somutlaşmış, taştan bir ifadesidir.
Herkes aynı yapı malzemelerini kullanır ama ortaya koydukları eserler birbirinden farklıdır. Aynı malzeme, farklı mimarlar elinde, başka başka görüntüler oluşturur. Maharet, taşların ve malzemelerin değil, onları kullanan ellerindir. Yani maharet malzemeden değil, onu kullanandan kaynaklanmaktadır.
Öyleyse esere bakıp, ham maddesini değil, onu kullananı övmek, beğenmek gerekir. Bir bakıma nakışta nakkaşı, resimde ressamı, eserde ustayı görmek lazımdır. Çünkü eseri görmek bakışsa, manen yapanı görmek de seziştir. Kısaca yapılanda yapanı görmek gerek. Unutmayalım ki, koyun da bakar, ama insan görür. Unutmayalım ki, koyun da işitir, ama anlamaz. İnsan ise hem işitir, hem de anlar. İşte fark burada aziz okur. Zaten boşuna denmemiş: “İnsan fark edendir.” diye. Bütün yapılar aynı maddeler kullanılarak yapılır. Ama, beğendiğimizde; binayı değil, binayı yapanı över, takdir ederiz. Gözlerimiz eserde yoğunlaşırken, zihinlerimiz mimarlarına odaklanır.
İşte Hz.Mevlana da klasik eserlerden, tıpkı yapı malzemelerini kullanmak gibi, içinde geçen anekdot ve hikayelerden istifade edip, yararlanmayı bilmiş. Ama onlara yepyeni fikirler, yepyeni bakışlar ve yepyeni düşünceler yüklemiştir. Bu yeni, bambaşka anlam yükleriyle eser orijinal ve yeni sayılır. Mevlana’ya özgü kabul edilir.
Artık son şekliyle anlatılanlar, Hz. Mevlana’ya bağlanır. O şekilde takdir ve tahsin edilir. Beğenilir. Bundan dolayı şekle bakıp, Hz. Mevlana’ya -haşa- dil uzatmaktan kaçınmalıdır.