Hukuk Devleti

101

Türkiye Cumhuriyeti devletinin, temelini teşkil eden Anayasa’nın 2. maddesinde, cumhuriyetin nitelikleri sayılırken, devletin “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti” olduğu ifade edilmiştir.

Anayasa’nın 9. maddesinde “yargı yetkisinin, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır” ve 10. maddesinde “herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle kanun önünde eşittir… Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları, bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır” denilmek suretiyle hukuk devletinin ne şekilde yaşama geçirileceği belirtilmiştir.

Bu tariflerden yola çıkarak cevaplamamız gereken en önemli soru; Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olup olmadığıdır.

Dünyada henüz ideal anlamda adalet ve bu adaleti tesis eden ve adına hukuk devleti diyebileceğimiz bir olgu ve devlet yoktur. Bu sebeple Türkiye bir hukuk devleti değildir ve dünyadaki diğer devletlerin de olduğu  gibi bizimde ideal bir hukuk devleti olmamız beklenmemelidir. Bir ütopya ile Türk Milleti oyalanmamalı ve aldatılmamalıdır.

Her devlet,  iç hukukunda, milli konular ve uluslararası ilişkileri ilgilendiren hususlarda kendi menfaatlerini  kollayan bir hukuk anlayışını uygular. Bu sebeple objektif davranılamayabilinir. Bu her ülke için geçerli bir durumdur. Bunu kabul etmek kolay olmasa da gerçek budur.

Buna karşılık her devlet; en azından kendi vatandaşlarına ve ülkesinde bireysel hak arayan yabancılara karşı objektif adalet anlayışını gerçekleştiren bir hukuk devleti(!)  olmayı başarabilmelidir.

Siz bakmayın, Türk Devletini bir hukuk devleti olmamakla tenkit ederek suçlayanlara; onlar çoğunlukla devletine karşı bir ihanet içinde olanlardır. Amaçları;  yasaları yozlaştırarak devleti haklıya hakkını zamanında teslim bir devlet olmaktan uzaklaştırmak ve böylece adaleti tesis edemeyen bir devletten halkın soğumasını sağlamaktır. Günümüzde halkın adalet algısına baktığımızda bunu başardıklarını üzülerek görmekteyiz.

Türkiye; doğru olmasa bile her devlet gibi ulusal menfaatlerini korumak için adalete uygun olmayan yasal düzenlemeler ve uygulamalar yapabilir. Ancak vatandaşlarına eziyet eden, canından bezdiren yasal düzenlemeler  ve uygulamalar  yapamaz ve yapmamalıdır. Çünkü ulusal menfaatlerin korunması aynı zamanda bireysel menfaatlerin korunması anlamına da gelir. Aksi bir durum onun “hukuk devleti”(!) niteliğine ters düşer çünkü devlet vatandaşları için vardır. Vatandaşına eziyet eden devlet yaşayamaz ve yıkılır gider.

Üzülerek müşahede etmekteyiz ki; Türkiye birilerinin zorlamasıyla  vatandaşlarına hukuk açısından haksızlık eden bir ülke konumuna süratle sürüklenmektedir. Bu durum vatandaşın kafasında  Türkiye’nin vatandaşının menfaatlerini koruyan bir “hukuk devleti”(!) olup olmadığı konusunda ister istemez derin endişeler yaratmaktadır.

Ülkemizde gerçekler nedeniyle ideal bile olamayan bir hukuk sisteminin çivisi çıkmıştır. Bir davada yaz boz tahtası gibi tutuklamalar, yakalamalar, serbest bırakmalar görülmektedir. Aynı dava dosyasında bir hakimin verdiği karar itiraz üzerine diğer bir hakimce değiştirilmekte, tutuklular için aylar sonrasına duruşma günü verilmektedir.

Adlarını vermiyorum  ama sizler yakınen bilmektesiniz ki; yıllardır insanlar tutukludur ve yargılamaları devam etmektedir. Üç yılda bir yargılama bitirilemez mi? İsteyince jet hızı ile biten yargılamalar biliyorum. O zaman Anayasa’nın eşitlik getiren hükümleri nerede?

Hepimiz biliyoruz ki; 12 Eylül’de yapılacak referandumla Anayasa Mahkemesi’nin ve Hakim Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı değiştirilmek istenmektedir. Eğer bu gerçekleşirse yapılan değişiklikler Türk Hukuk Sistemi’ndeki  problemleri çözmeye yetecekmidir?

Yargı üzerinde siyasi baskı, dün olduğu gibi bugünde vardır. Maalesef Anayasa’nın 9. maddesinde belirtildiği şekilde yargı yetkisi Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılamamaktadır. Mahkemelerin bağımsızlığından ve hakim ile savcıların dokunulmazlığından söz etme olanağı kalmamıştır.

Siyaseti ilgilendiren  konulardaki yargılama böyle de, vatandaşın bireysel sorunlarına ilişkin mahkemeye intikal etmiş konularda durum farklı mı? Kesinlikle hayır.

Türk halkının arasında “avukat tutma hakim tut” anlayışı çok geniş  manada kabul görmektedir. Bu da ateş olmayan yerden duman çıkmaz anlayışının bir tezahürüdür.

Hukuk Türkiye’de haklıya hakkını teslim etmekten uzaklaşmış ve güçlünün hukuku haline gelmiştir.

Sözde Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye yasalarımız yumuşatılmış ve bilhassa ceza hukuku açısından getiren düzenlemeler neredeyse suçu cezasız bırakır hale getirmiştir. Mağdur  vatandaşın; mahkemelerin verdiği kararlar karşısındaki şaşkınlığı ve feryadı bu yüzdendir. Reform adı altında III.Selim’den bu yana devam eden başta adalet sistemine ilişkin yenilikler, hep Türk Milletinin kaybı ve Osmanlı-Türk Devleti’nin yıkımı ile neticelenmiştir. Şimdi yine aynı metotlar denenmektedir.

Binlerce kişinin katili olduğu tartışmasızca kabul edilen bölücübaşı’nın cezasını  ev hapsinde geçirmesinin istenmesi, devlete kurşun sıkanların genel af yolu ile af edilmesi, devleti taşlayan çocukların üstü örtülü af niteliği taşıyan bir yasa ile salıverilmesi, Habur örneğinde olduğu gibi bölücülerin her türlü terör dolu gösterilerine karşı hoş görü gösterilmesi, Beytüşşebap Kaymakamının taşlanması, sokak eşkiyasının yasal düzenlemelerle adeta devletten himaye görür hale gelmesi vatandaşın gözünü korkutmaktadır. Bu hukuksuzluk nihayetinde ülkeye anarşi getirecektir. İnegöl, Hatay, Erzurum’daki olaylar bunun öncü işaretleridir.

Halbuki; Türk Ceza Kanunu’nun 302.maddesi “Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin egemenliği altına koymaya veya Devletin bağımsızlığını zayıflatmaya veya birliğini bozmaya veya Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya yönelik bir fiil işleyen kimse ağırlaştırılmış müebbet hapis ile cezalandırılır.” demektedir. Bizden hukuk reformu bekleyenlerin tamamı kendi ülkelerini  ve vatandaşlarını buna benzer yasal hükümlerle koruma altına almışlardır. Ancak bunlar hep bizden kendimizi mahvetmek üzere bir şeyler yapmamızı beklerler. Tıpkı Paris Antlaşması’nın Osmanlı’nın 18 Şubat 1856’da ilan edilen Hatt-ı Hümayun’daki sözde reformları kabul edinceye kadar imzalanmaması ve Avrupa Konserti’ne alınmamamız gibi…Şimdide Avrupa Birliği kapısında benzer  bahanelerle bekletiliyoruz. Yüzyıllar geçmiş hem Avrupa hem biz durduğumuz yerde duruyoruz. Bizim için gülünecek ve acınacak bir durum…

Vatandaşımız, ülkemizin her yanında hukuksuzluk nedeni ile bir baskı altındadır. Halkın kimlik bilgilerini dahi koruyamayan devlet, anlatmaya çalıştığımız şekildeki bir  “hukuk devleti”(!) olma niteliğinden uzaklaşmıştır. Doğru görmesek bile vatandaş, özel hukuktan kaynaklanan haklarından fedakarlık edebilir, haksızlığı sineye çekebilir ancak ondan hukuksuzluk üzerine oturan bir nedenle, devletinin ve milletinin bekasından vazgeçmesini istemek ülkeyi felakete götürür.

Türkiye’yi böyle bir noktaya getirenlerin şapkalarını önüne koyarak iyi düşünmeleri gerekir. Hukuk yolu ile rejimle kavga etmeye ya da rejimi değiştirmeye çalışanlar, ilk önce objektif adaleti tesisi ederek vatandaşın endişelerini gidermesi, acilen çözülmesi gereken büyük bir sorundur.. Sonra da bağımsız yargının ve hukuk kurallarının lazım olduğunda herkesin ihtiyacına cevap verecek bir nitelikte olması lazımdır.

Hukuksuzluk bumerang gibi dönüp bunu yaratanların kafasına çarpar. Yapılacak iş yargıyı süratle karar veren ve haklıya hakkını teslim eden bir hale getirmektir. Bunun içinde her türlü reform yapılmalıdır. Aksi halde bu adalet anlayışı, devletimizi ve milletimizi koruyamaz.