Dalâletin (hak yoldan sapmanın) gayet müdhiş manevî elemini hisseden bir adama, iman ile hidayet ihsan edip, doğru yolu göstermeye; eğer tevhîd nazarı (Allah’ın birliğine iman ile) bakılsa, birden o küçük ve âciz ve fânî adama; bütün kâinatın hâlıkı (yaratıcısı) ve sultanı olan Ma’bûdunun (İlâhının) muhatabı bir kulu olduğunu hatırlatır. O iman vâsıtasıyla ebedî bir saadetin (Cennetin), şâhâne, çok geniş ve şa’şaalı bâkî bir mülkün, bâkî bir dünyanın kendisine ihsan edildiğini anlar. Bütün mü’minleri de derecelerine göre, o lûtfa kavuşturmak olan bu en büyük lütuf; onun yüzünde ikram ve ihsanı sonsuz olan Allah’ın öyle ezelî, yok olmaz bir güzelliğini, bir parıltısını gösterir ki, bütün inananları kendine dost yapar. Has kısmını da âşık eder.
Kur’an’ın Îcâzı
Beyanı mucize olan Kur’an’ın mucizeliğinin temeli ve en mühimlerinden biri belâgatıdır. Yani ifadesindeki harikalıkdır. Sonra îcâzı (az sözle çok şey anlatması) gelir. Bu îcâzı, Kur’an’ın i’câzı / insanı acze düşüren beyanının en sağlam, en önemli bir esasıdır. Kur’an’ı Hakîm’de şu mucizane îcâz (veciz ve özlü ifade) o kadar çoktur, o kadar güzeldir ki; tedkîk ehli (araştırıcılar) hayretlere düşmekten kendilerini alamıyorlar. Meselâ Şems Sûresi, âyet: 11-15’de: Semûd kavminin acîb ve mühim olaylarını ve sonuçlarını ve kötü sonlarını; böyle kısa birkaç cümle ile îcâz (az söz) içinde bir i’câz (mucizelik) ile, akıcı ve açık ve anlamaya zarar vermez bir tarzda beyan eder.
Aklın Varsa
Uzun ve kısalığı nisbetinde iki hayatın ihtiyaçlarını tahsil etmek için Mâlik-i Kerîm (herşeyin sahibi ve bol ikram edici olan Allah) sana, bir ömür sermayesi verdiği hâlde; sen o sermayenin büyük bir kısmını; ebedî hayata nisbeti, bir denizin bir damla serâba nisbeti gibi olan şu geçici hayatta zâyi’ ettin. Eğer aklın varsa, elde kalan kısmının yarısını veya üçte birini veya en azından onda birisini, bâkî hayata sarf et! Yoksa, eyvahlar olsun diyeceğin bir zaman gelecektir.
Kâinat Bir Saray Şeklindedir
Herşeyi san’atla yaratan Allah’ın kudreti, her bakımdan kâinatı, muhteşem bir saray şeklinde yaratmıştır. Zemin yüzünü bir sofra, bir tarla, bir bahçe, bir halı olarak düzenlemiş. Dağları birer mahzen, birer direk, birer kale olarak tanzim etmiş. Bunun gibi bütün eşyayı / şeyleri gereken ölçüde var etmiş. O büyük sarayın eşyaları şekline getirmiş. Parlak bir sûrette umum kâinatı terbiye edişinin / yaratıp ortaya koyuşunun muhteşem hâlini göstermiş. Bunun gibi, güzellik ve lütuf noktasında rahmeti dahi, en küçük canlıya kadar, her ruh sahibine çeşitli nimetlerini sunup, tanzim etmiş. Velhasıl kâinatı / evreni baştan aşağıya nimetlerle süsleyip lûtf ve keremle ziynetlendirmiş ve bezeyip donatmıştır.
Aşk ve Muhabbete Lâyık Olan
Mâlûmdur ki; her kalb, kendine ihsan ve iyilik edeni sever. Gerçek olgunluğa muhabbet eder. Ulvî Cemâle / Yüce Güzelliğe meftûn olur. Hattâ, sevip şefkat ettiği zâtlara, kendisiyle beraber ihsan ve iyilik edenleri bile, çok daha fazla sever. Acaba, her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan. Bütün sevdiklerimizi ihsanlarıyla mes’ûd eden. Binlerce mükemmelliklerin menba’ ve kaynağı olan. Binlerce güzellik mertebelerinin sebebi ve onların binbir isimleriyle isimlenen Cemîl, Cemâl ve Kemal sahibi olan Mahbûb’un, yani Allah’ın; ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu âşikârdır. Nitekim, bütün kâinatın, onun muhabbetiyle kendinden geçmiş olduğu görülmüyor mu? İşte bu sırdandır ki, (kullarını çok Seven anlamındaki) Vedûd ismine mazhar bir kısım evliya: “Cenneti istemiyoruz! Allah sevgisinin bir parıltısı, ebediyyen bize kâfidir / bize yeter!” demişlerdir.