Varlığın mükemmelliği ve tam bir varlık olması, hayat iledir. Belki vücudun hakîkî vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nûru, ışığı ve ona yol gösterenidir. Şuur / bilinç ise, hayatın ziyası / ışığıdır. Hayat, herşey’in başı, esası ve aslıdır. Hayat, herşey’i herbir hayat sahibi / canlı olan şey’e mâl eder. Bir şey’i, bütün şeylere ve varlıklara mâlik hükmüne geçirir. Hayât ile canlı bir varlık, diyebilir ki: “Şu bütün varlıklar, malımdır. Dünya hânemdir. Kâinat; mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.” Nasıl ki ışık, cisimlerin görülmesine sebeptir. Renklerin -bir kavle göre- varlık sebebidir. Hayât dahi, varlıkların keşfedicisidir. Onları meydana çıkartarak varlıklarının bilinmesini sağlar. Hem küçük bir parçayı, bütün yani kapsamlı bir oluş hâline getirir. Kapsamlı varlıkları bir parçaya sığıştırmayı gerçekleştirir. Sayısız varlıkları birbirine ortak edip, onları birlik hâline sokar. Vahdete / birliklerine sebep olur. Bir rûha mazhar yapmak gibi, varlıkların mükemmel oluşlarına sebeptir. Hattâ hayât, çokluk tabakalarında bir çeşit vahdet ve birliği tecellî ettirir. Cüz’ü, küll ve küllî hükmüne getirir. Küllî şeyleri de, bir cüz’e sığıştırmaya sebeptir. Sayısız varlıkları, iştirak ve ittihat ettirip bir vahdete dayanak, bir rûha mazhar / zuhur edeceği yer yapmak gibi. Hattâ hayât; kesret / çokluk tabakalarının her bireyinde, Yüce Allah’ın bir çeşit vahdetini tecellî ettirir. Her şeyin; Allah’ın Ehadiyetine / Allah’ın herşeyde kendisini göstermesine bir ayna olduğunun belirtir.
Bak, hayâtsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa yetimdir, garibdir, yalnızdır. Çünkü çevresiyle münasebeti / ilişkisi, yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır. Başka, kâinatta ne varsa, o dağa nisbeten yok sayılır. Çünkü ne hayâtı var ki, hayât ile alâkadar olsun, ilgilensin. Ne şuuru / bilinci var ki, çevresiyle alâkalansın.
Şimdi bak küçücük bir cisme, meselâ bal arısına. Hayât ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle bir münasebet / ilgi kurar ki, bütün kâinatla, özellikle yerin çiçekleri ve bitkileri ile, sanki öyle bir ticaret anlaşması yapar ki, şu arz benim bahçemdir, ticarethanemdir. İşte rûh sâhipleri yani canlılardaki bilinen, görünen ve görünmeyen his ve duygulardan başka, bilincine varılmayan sâika / sevk edici ve şâika / şevke getirici hislerle beraber o arı; dünyanın birçok türlerinde tasarrufa sahip olur. İşte, en küçük canlıda hayat; böyle etkisini gösterirse, elbette hayat; insan tabakalarının en yüksek mertebesine çıkdıkça, öyle bir genişlik ve keşif sahibi olur ve nurlanır ki, hayatın ışığı olan şuur / bilinç ve akıl ile, bir insan kendi evindeki odalarda gezdiği gibi, o canlı da, kendi aklı ile yüksek ruhî âlemlerde ve hattâ cismanî mekânlarda gezer.
Yani o şuurlu ve hayât sahibi olanlar, mânen o âlemlere misafir olarak gittikleri gibi, o âlemler de o şuur sâhibinin rûh aynasına misafir olup, benzeri olarak gelirler. İşte hayat, Yüce Allah’ın en parlak bir vahdet / birlik delili, en büyük bir nimet madeni, en latîf / hoş bir merhamet tecellîsi ve en gizli ve bilinmez İlahî san’atının en güzel bir nakşıdır. Evet, hayat o derece hafî / gizli ve dakîk / ince bir san’attır.
Çünkü hayat türlerinin en aşağı derecesinde olan bitkilerin hayâtı ve bitki hayâtlarının en birinci derecesi olan çekirdeklerdeki hayât ukdesinin uyanıp açılarak gelişmesi; o derece açık ve çokça göz önündedir ki; alışkanlıktan ötürü Hz. Âdem zamanından beri, insanın hikmet nazarından gizli kalmış! Hakikati, hakikî olarak insanın aklı ile keşfedilmemiş!
Hem hayât, o kadar temizdir ki, iki vechi de, yani mülk / hariçdeki ve melekutiyet / iç vecihleri / yönleri temiz ve şeffaftır. Kudret eli sebepler perdesini koymıyarak, doğrudan doğruya temas ediyor. Fakat, diğer şeylerdeki hasis işlere, kudretin izzetine uygun düşmeyen, görünüşteki durumlara menşe ve kaynak olması için, zâhirî sebepleri perde etmiştir.
Hayat olmazsa varlık, varlık değildir. Yokluktan farkı kalmaz. Çünkü hayat rûhun ışığıdır. Şuur, hayatın nûrudur. Küremiz sayısız canlı, rûhlu ve idrâk sahipleri ile doludur. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde bile, nuranî varlıklar bulunmakta. En âdi maddeler, en kesîf / yoğun unsurlardan, sayısız canlı ve rûh sahipleri yaratılıyor. Gayet ehemmiyetle yoğun maddeler, hayât vâsıtasıyla lâtif maddelere çevriliyor. Ve hayat nûru, herşeye kesretle serpiliyor ve çoğunlukla herşey şuur ziyasiyle yaldızlanıyor.
Nûr maddesinden, hattâ karanlıktan, esîr maddesi, mânâ, hava ve kelimelerden; canlılar ve şuurlu mahlûkat çoklukla halkediliyor. Nitekim, pek çok çeşitli rûhanî mahlûklar, o lâtîf seyyal / akışkan maddelerden yaratılıyor. Onların bir kısmı melâike / melekler, bir kısmı da ruhanî ve cin denen cinslerdendir. Çünkü “Görünmemek, olmamağa delil olamaz.”
Şu sonsuz feza, şu muhteşem gökler; burçlar, yıldızlar, şuurlu hayat ve rûhlu varlıklar ile doludur. Nitekim ateş, nûr, ışık, karanlık, hava, ses, güzel koku, kelime ve esîr / atmosferi dolduran bir çeşit dolgu maddesinden, hattâ elektrik ve diğer lâtîf seyyalelerden yaratılan o hayatlar hakkında; rûh ve şuur sahipleri için, Hz. Muhammed ve Kur’an: “Melaike, cân ve ruhanîlerdir.” der.
Evet, madde asıl değil ki, vücud onun emrinde olsun ve ona bağlı bulunsun. Belki madde, bir mânâ ile varlığını ayakta tutmakta. İşte o mânâ hayattır, rûhdur. Hem görüyoruz ki, madde hizmet edilen değil ki, herşey ona döndürülsün! Aksine hizmet edendir. Bir hakikatin lâyıkıyla oluşmasına hizmet eder. İşte o hakikat, hayâttır. O hakîkatin esası da rûhdur.
Öyle ise, madde hâkim değil ki, ona başvurulsun! Mükemmellik ondan istenilsin! Belki mahkûmdur, bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esas; hayat, rûh ve şuurdur. Hem madde öz ve esas değil. İstikrar sahibi, durağan değil ki, işler ve mükemmellikler ona takılsın. Ona bina edilsin. Belki yarılmaya, erimeye ve yırtılmaya hazır bir kabuk, köpük ve sûrettir.
Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen mikroskobik bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki; arkadaşının sesini işitir, rızkını görür; gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hâl gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde, hayât eserleri ziyadeleşip artıyor. Rûhun ışığı şiddetleniyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur / bilinç âlemine yaklaşıyor gibi, rûhun harareti, hayât nûru daha şiddetli olarak tecellî edip kendini gösteriyor.
İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayât, şuur ve rûhun sızıntıları bulunsun da; o perde altında olan görünmez iç âlem; rûh, şuur ve bilinç sahipleriyle dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki: Şu maddî âlem ve görünür âlemdeki mânâ ve anlamın; rûh, hayat ve hakikatin şu sayısız sızıntı, parıltı ve semerat ve neticelerinin menba ve kaynakları yalnız maddeye ve maddenin hareketine döndürülüp açıklansın.
Bu sayısız sızıntı ve parıltılar gösteriyor ki: Görünür maddeden oluşan âlem; melekût ve rûhlar âleminin üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir. Hayat, varlıkların keşfedicisidir. Belki neticesi ve özüdür. Evet hayât, hâriçte bir hakîkattir. Var sanılan fakat olmayan vehmî bir emir; hâriçteki gerçeği yüklenemez!
Mevcudât, şu görülen âlemden ibaret değil. Mâdem görülen âlem; cansız ve rûhların teşekkülüne uygun olmadığı hâlde, bu kadar rûhlu varlıklarla doldurularak donatılmıştır. Bundan anlaşılıyor ki, elbette vücud, varlık ve oluş; ona dayandırılamaz.