Hâlin Gereğine Göre Hareket

110

     Özellikle
zamanımızda dünyada ve bilhassa İslâm ülkelerinde; kötülükler, yanlışlıklar,
yoldan çıkmalar dalga dalga; doğru, güzel ve iyilerin üstüne yığın yığın
gelmekte! Kitleleri istilâ etmekte! İnsanları şaşırtıp; akıl, zihin ve
anlayışlarında şirazeden çıkmalarına, başıbozuk bir hâl ve durum almalarına yol
açıyor! İçinde bulunduğumuz asrımızda fitneler zuhûr etmekte, ortaya çıkmakta.
Millî vicdan; fikir ve imanlar bozulup sarsılmakta! Her husus ve her şeyde
ıslahat ve düzenleme, düzeltme ve iyileştirmelere ihtiyaç duyulmaktadır! Fitne,
bid’a ve dalâletleri görmek için; basîretli, ferasetli ve öngörülü olmak icap
etmekte ve gerekmektedir. Onlardan içtinap etmek / kaçınmak için, nasıl bir yol
takip edip izlemek lâzım?

     Taklidî iman ve
inançla bütün bunlara karşı durmak, nasıl mümkün olabilir? Böyle bir
ortamdan  kaçış çok müşkil, çok zordur.
Zaten kaçmak çare değil. Bu kaos ve karışık hâlden çıkmak için; gerçek, doğru,
güzel ve iyiyi, yani tahkikî imanı elde etmek ve ona sarılmak lâzım. İnsanlar
tarih boyunca yoldan çıkmaya, nefsin nefsanî isteklerine uymaya meyyal olmuş ve
hâlen olmaktadırlar! Bunun içindir ki, tarih boyunca insanlara binlerce
peygamber gönderilmiş. Fakat onlar belli bir zaman sonra yine azmışlar;
bildikleri gibi davranmaktan geri kalmamışlar!

     Hakikat ve gerçeği
görenler; hep azınlıkta kalmış, onlar bile zamanla itidal ve orta yolu dumura
uğratmışlar! İlahî dinin rayından çıkmakta bir beis ve sakınca görmemişlerdir!
Şüphesiz bunda, zamanın ilerlemesiyle yeni ihtiyaçların, yeni çıkış yolu bulmak
zorunda kalmalarının da dahli ve rolü var. Onun içindir ki, her yüzyılda bir
müceddid / yenileyici dediğimiz muhterem, âlim, âbid ve zâhid zatlar zuhûr
etmiş. İnsanların gidişatını rayına oturtmaya çalışmışlardır. Bunlar yeni bir
şey getirmemişler. Çünkü Kur’an, Sünnet, İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha ortada.
Bu zat-ı şerifler mevcut ve herkesçe bilinen âyet ve hadislerin mânâ ve
anlamlarını; kendi zaman ve zeminin şartlarında yerine oturtmaya çalışmışlar.
Bu zamanda herkesin bildiği mâlûmatın; asıl konacak yerlerini göstererek,
malûmatları ilim hâline sokmuşlardır.

     Çünkü bir şeyin
zâtında (bizzat zâtının / kendisinin) doğru olması başka, muktazi-i hâle (hâlin
icabı ve  gereğine) göre doğru olması
başkadır. Birincisi malûmat, ikincisi ilimdir. Herkes, her şeyi bilmiyor değil.
Herkes her şeyin ne zaman, nerede ve ne şekilde kullanılması lâzım geldiğini
bilmiyor! İşte zuhûr eden zâtlar; insanlara; bildikleri, manevî ilaç hükmündeki
âyet ve hadislerin kullanılacak, yerleştirilecek yerlerini göstermiş oluyorlar.

     Manevî ilaç
hükmünde olan âyet ve hadislerin; reçetelerini yani nerede nasıl ve ne şekilde
anlaşılıp uygulanmaları lâzım geldiğini gösteriyorlar. İlacı reçetesiz
kullanamadığımız gibi, manevî reçete hükmünde olan ilahî ilaçların reçetelerini
doğru bir şekilde, sadece bu gibi ehil zâtlardan öğrenmemiz mümkün. Yoksa
dünyevî mes’elelerde basîretsiz olur. İşi sarpa sardırmış oluruz. Yine
hayattayızdır ama, hayatımızı lâyık-ı veçhile, tam olarak değerlendirmiş
sayılmayız.

     Nitekim, hangi
İslâm ülkesi olursa olsun, yurt içinde; hiç kimse, devletin askerine, polisine,
memuruna ve vatandaşına karşı asla silah çekemez. Silah ancak vatana saldıran
dış düşmanlara karşı kullanılır. İçerde her türlü yayınla tenkitler
yapılabilir. Ama bu; kimseye silaha el atma hakkını vermez. Tenkit yüzünden
ceza da alsa, hapse de atılsa; savunmasını hukuken yapacak; fakat bunun için
asayişe, asla halel getirmeyecek. Mesela, bu inceliği anlamayan ve İslâmî bir
rejim kurmak isteyen “Müslüman Kardeşler”in metodları; davalarında samimi,
iyiniyetli olsalar da, İslâma aykırı idi. Yıllarca nice kardeşkanı döktüler.
Nihayet akılları başlarına geldi. Artık silahı bırakacaklarını söylediler.
İnşallah sözlerinde dururlar. Evet, yurt içinde müslümanlar birbirine karşı
silah kullanırlarsa; bunun galibi ancak dış düşmanlar olur. Ülkeyi işgal etmek
için ellerine bekledikleri fırsatı ise, bizzat kendimiz vermiş oluruz! Mevlânâ,
Yûnus Emre, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî ve zamanımızda zuhur eden zât
gibiler; zamanlarını dinin ince meselelerine parmak basarak aydınlatmışlardır.
Elbette zamanımızın da, bu mânâda bir sahibi vardır. Bütün bunlardan ötürüdür
ki: “Asrın imamını / önderini tanımadan ölen, câhiliye ölümüyle ölmüş gibidir.”
denilmiştir. Elbette, asrın manevî önderini bilmemiş olabiliriz. Fakat bu durum
bizleri, din ve imanımızdan etmez. Sadece, dünyevî mes’ele ve problemlerde,
bizleri basîretsiz kılar. Zaten İslâm Âlemi’nin bugünkü perişan hâli, kasıtsız
olarak bu duruma düştüğümüzden ötürü değil midir?

Önceki İçerikTarihî İstanbul Depremi ve Afet Yönetimi
Sonraki İçerikProf. Dr. Tolga Yarman İle ‘Büyük Felâket’i Konuştuk.
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.