TBMM’nin bir kuruluş yıldönümünü daha kutladığımız bu günlerde muhasebesini yapacağımız esas konu, herhalde “milli hâkimiyetin” veya “ulusal egemenliğin” sağlanıp sağlanamadığı olmalıdır.
Çoğu sosyal olayda olduğu gibi “evet” ve “hayır” cevabının kolay verilemeyeceği bir durum söz konusu. Yani tablo ne siyah ne de beyaz. Grinin hangi tonunda olduğumuza karar vermek için günümüzün demokrasi uygulamalarına çeşitli açılardan bakmakta fayda var.
ASKERİ VESAYET: 1960 sonrası asker içinde “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevinin” üstlenilmesi veya “durumdan vazife çıkarmak” anlayışı ile yapılan darbeler sürecinin sorgulandığı ve hatta yargılandığı bir dönemdeyiz. Herkesin asli görevini yapmaya başlaması da, TSK içindeki “seçilenlerin ülkeyi yönetme becerisinin olmadığı” anlayışında olanların sesinin çıkamaması iyidir. Millet iradesine sahip çıktığı zaman demokrasimiz de devletimiz de yücelir. Ancak TSK içinde ABD’ci veya anti-Amerikancı gruplarla ilgili bir çatışma olduğu ve ABD’nin kendine karşı komuta kademesini tasfiye ettiğine dair iddialar bile yapılanların millet iradesinin yansıması olmadığına dair şüpheler uyandırmaktadır.
KUVVETLER AYRILIĞI: Millet iradesinin hâkim olduğu rejimlerde, devleti oluşturan yasama- yürütme- yargı kuvvetleri arasında görev ve yetki ayrılığı ile birbirinden bağımsızlığı ifade eden kuvvetler ayrılığı gerçekleştirilmeye çalışılır. Yasama ve Yürütme yani Meclis ile Hükümet arasında ayrımı yapmak, hele de tek parti iktidarlarında güç olmaktadır. Türkiye’de de yaklaşık 10 senedir AKP tek başına iktidar olduğu gibi TBMM çoğunluğunu da elinde bulundurmakta. Hükümetin hazırladığı kanun tasarıları aynen ve hızla Meclis’ten geçmekte. Ciddi bir Meclis denetimi söz konusu olamamakta. Bu yüzden bağımsız ve tarafsız bir yargı erkinin varlığı çok daha önemli hale gelmiştir.
YARGININ BAĞIMSIZLIĞI: Referandumla gerçekleşen Anayasa değişiklikleri öncesi bağımsız ama tarafsız olmayan bir üst yargı söz konusu idi. Anayasa değişikliği sonrası üst yargı organları ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu değişikliği sağlandı. Bu defa da “Hükümetin kuşattığı bir yargı” ve de yine tarafsız olmayan fakat taraf değiştirmiş bir yargı oluşturulduğu kanaati hâkim durumda.
LİDER EŞİTTİR SEÇİLMİŞ KRAL: Parti içi demokrasi ve liderlerin denetlenebilir, (partililerin ortak iradesinden sapması halinde) gerekirse görevden uzaklaştırılabilir olması, millet iradesinin üstünlüğü için çok önemlidir. Oysaki bugün parti içinde liderlerin aleyhine konuşmak, karşısına aday olmak hemen hemen imkânsızdır. Bu sebeple parti başkanları adeta (M. Duverger’in tabiriyle) seçilmiş kral durumundadır.
PARTİ İÇİ DEMOKRASİ: Liderin mutlak hâkimiyeti sebebiyle fiilen milletvekilleri, belediye başkanları ve hatta Belediye Meclis Üyeleri bile bizzat parti başkanı tarafından seçilmekte. Parti üyeleri ve delegeler nezdinde yapılan temayül yoklamaları da tamamen gösterişten ibaret. Bütün partiler Anayasa değişikliğinden bahsettikleri ortamda bile bu garabet durumu ortadan kaldırmak, “Siyasi Partiler Kanununu” değiştirmek için kıllarını bile kıpırdatmamakta. Sistem şöyle işliyor: Genelde İl- ilçe başkanlıklarına liderin koyduğu tek adayla seçim yapılmakta. Kazara lidere ters gelen bir aday çıkar ve seçilirse bu teşkilat Genel Merkez tarafından görevden alınmakta. Görevlendirilmiş teşkilat delege yapısını tanzim etmekte, bu delegeler seçimde liderin istediği adaya oy vermekte. Hülasa bütün seçim parametrelerinin tek belirleyicisinin parti lideri olduğu bir mekanizma işletilmektedir.
MİLLETVEKİLLERİNİN LİDERE TABİYETİ: 550 milletvekili adayını oturup bizzat parti başkanı belirlerse, milletvekillerinin yeniden seçilmek için kendilerinin halka değil, liderine beğendirmeye çalışmasından daha tabii bir şey olamaz.
STK’LAR VE SENDİKALAR: Güçlü ve bağımsız sivil toplum kuruluşları milli iradenin hâkim olması için bir fırsattır. Ancak Türkiye’de bir kısmı “güçlüden yana olarak nemalanma” endişesi taşıyan, bir kısmı hukuki veya mali baskılarla sindirilmiş, diğer bir kısmı da belli “kanaat önderlerinin” kontrolünde olan STK’lar milli iradenin tecellisi yönünde beklenen hizmeti verememektedir. Sendikalar ise hem oransal olarak çok az bir kesimde örgütlenmişler ve hem de artık işçinin hak arama organları olma fonksiyonunu büyük ölçüde kaybetmişlerdir.
SERMAYENİN KONTROLÜ: Elinde bulundurduğu mali imkânlar, toplumu yönlendirme ve dönüştürmede önemli gücü bulunan sermaye, devlet imkânlarını kullanmayı sevmektedir. İhalelerden, özelleştirmelerden pay kapmak, kolay ruhsat/ izin almak için iktidara yakın olmak sermaye için önemlidir. Sermayenin, sadece yüce duygularla, milli iradenin yansıması için hizmet etmesini beklemek saflık olur.
BASIN/ MEDYA: Türkiye’de Medya sektörü sadece basın alanında faaliyet göstermiyor. Büyük sermayedarlar enerjiden, iletişime, madencilikten, ticarete kadar çok çeşitli alanlarda çalıştığı için iktidara göbekten bağlı olmak durumundadır. Birazcık direnenin ise mali teftişlerle çok yüksek vergi cezalarıyla karşılaşma riskini göze alabilmesi gerekir.
YOKSULLUK BAĞIMLILIĞI: Yoksul kesime Devletin yaptığı sosyal yardımlar “balık tutmayı öğretmek değil balık vermek” anlayışına dayanıyor. Yanılmıyorsam sosyal yardımların boyutu 15 milyar TL mertebesinde. Fakir halk tabakası, mevcut durumunu değiştirecek, düzenli gelir sağlayacak başka bir çıkış yolu bulamadığı için bu yardımlara muhtaç ve bu yardımların bağımlısıdır. Yeni bir iktidar geldiğinde bu yardımların da kesilebileceği şüphesi içinde olanların, mevcut yardımları sürdürmek için iktidara oy vermek durumunda kalması anlaşılabilir bir şeydir.
Milli irade bu durumdadır. Arz ederim.