Hacmi Küçük Muhtevâsı Dolgun Bir Kitap: Gördüklerim, Dinlediklerim, Yazdıklarım

266

Eserin yazarı Prof. Dr. Mustafa Kemal Atilla, ‘Ön Söz Niyetine’ başlıklı yazısında kitabın yazılış sebebini; ‘Okuyucuya bu yaşıma kadar başımdan geçenleri ve gördüklerimi sohbet tarzında hikâye etmek, doğru bildiklerimi benden sonrakilere aktarmak; özellikle de bütün bunları her yaştan gençlerin istifâdesine sunmak…’ cümlesiyle açıklıyor.

 37. sayfada başlayan ‘Bir Balkan Seyahati’ başlıklı yazı, sıcak ve samîmi ifâdeler, canlı tasvirlerle okuyucuyu sayfalara çekiyor, görünmez bağlarla satırlara bağlıyor:

Yedi günde 7 ülke: Makedonya, Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Sırbistan, Kosova ve 17 irili ufaklı kasaba ve şehir: Üsküp, Kalkandelen, Ohri, St. Naum, Resne, Manastır, Tiran, Bar, Budva, Kotor, Dubrovnik, Poçitel, Mostar, Saraybosna, Belgrad, Prizren ve Priştina. Çok ülkeler gezdim, çok yerler gördüm ama bugüne kadar böylesi bir duygu yoğunluğu yaşadığım gezi olmamıştı. Meselâ, Saraybosna’da Baş Çarşı’yı gezerken birden kendimi Eminönü veya Mısır Çarşısı’nda hissettim. Çarşıdaki Gazi Hüsrev Bey Camîi, Kurşunlu Medresesi insanı yaşadığı o andan çekip alıyor, âdeta bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Mostar ise o zarif, endamlı köprüsü ile meşhur. Mimar Sinan’ın talebesi Mimar Hayreddin’in eseri olan köprü, inşa edildiği 1557 yılından beri dimdik ayaktayken, hepinizin bildiği gibi 1992 yılında Hırvat topçusu tarafından özellikle hedef alınarak yıkıldı. Barbarlık, vandalizm, her ne derseniz deyin, hafif kalıyor. Bir mimarî şaheser olan köprü, daha sonra Türk Devleti’nin katkılarıyla aslına uygun olarak yeniden yapıldı. Köprünün yıkılan taşları tek tek bulunup işâretlenerek yeniden kullanılmış. Neredva nehrinin üzerinde bir kuğu gibi ince, nefes kesecek kadar güzel. Köprü deyip geçmeyin, Türklerin Balkanlara vurduğu en silinmez sembollerden birisidir. O köprü orada durdukça izlerimiz ortadan kaldırılmaya çalışılsa da ilelebet bizi hatırlatacak ve serhat boylarında bizden nağmeler söylemeye devam edecektir. Tıpkı bir başka serhat boyu olan Edirne’deki Selimiye Camîi gibi… Biliyorsunuz, Balkan Savaşı’nda daha sonra kurtarılsa da Edirne şehri bir müddet Bulgar işgali altında kalmıştı. İşte o sırada şehri gezen Bulgar veliaht prensinin Selimiye’yi gördükten sonra şöyle dediğini yazar târihçiler: ‘Türkleri ve Türklere ait ne varsa hepsini ebediyen bu şehirden silip atmak kolay, fakat şu koca Selimiye’yi ne yapacağız?’

Prizren’deyiz. Sinan Paşa Camîi o sâkin, mütevazı atmosferiyle her din, dil ve ırktan insana huzur veriyor. Ara sokaklarında grupla gezerken rehberimiz Prizrenli bir Türk’e adres sormuştu, târifi aldıktan sonra ben mahsus biraz geride kalıp adamla sohbet ettim. Aslen Prizrenli olan Fenerbahçe’nin efsanevî başkanı Ali Şen’i soruyorum, tanıyor musun? diye. ‘Nasıl?’ diye soru tarzında cevap veriyor. İlk anda anlamayıp tekrar soruyorum, yine aynı cevap. Sonra anlıyorum ki, Rumeli şivesinde ‘nasıl’ kelimesi, ‘hem de nasıl’ mânâsına geliyormuş.

Denizi andıran, aynı isimli büyük bir gölün kıyısına kurulmuş Ohri şehri ise, bir yanda mâvilikler, diğer yanda boylu boyunca uzanan yeşilliklerle tam bir sayfiye ve dinlenme yeri olmuş. Osmanlı Cihan Devleti’nin her milletten, her dinden insanları bir arada huzur içinde yaşattığı o eski masalsı zamanlarından kalma bir sâkinlik içerisinde. İttihat ve Terakki’nin kurucularından Ohrili Eyüp Sabri Bey’i düşünüyorum. Doğduğu bu güzel topraklara ebediyen veda edişinin iç muhasebesini yapmış mıdır acaba, bilemiyorum.

Üsküp’e geçiyoruz, o mahzun, gururlu Üsküp’e. Şimdilerde nerede bir eski Türk eseri varsa önüne, sağına, soluna Makedonlarca çoğu da Büyük İskender’i simgeleyen binâlar, heykeller dikilerek bizim izlerimizin âdeta silinmeye çalışıldığı Üsküp. Her saat farklı melodi çalan, bir zamanlar şehrin her tarafından görülebildiği söylenen, fakat bir oldu-bittiye getirilip saati çalınan saat kulesi, İsa Bey Camii, Murat Paşa Camii, Dâvut Paşa Hamamı ve meşhur Taşköprü… Surları’nın içinde birkaç sene önce sonu şehirdeki Türkler ve Arnavutlarla kavgaya vararak Makedon hükümetinin yapmaktan vazgeçtiği bir kilise inşası gayreti ve kalesi. Yahya Kemâl, memleketi olan Üsküp için bir şiirinde:

Üsküp ki Yıldırım Beyazıt Han diyarıdır

Evlad-ı Fatiha’na onun yadigârıdır  

  Üsküp ki Şar Dağında devamıydı Bursa’nın

   Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın

Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan şehir

Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene  

Biz sende olmasak bile sen bizdesin gene  

Diyerek aslında söylenebilecek sözü söylemiştir.

12 X 19,5 santim ölçülerinde, 184 sayfalık kitap, sâdece bir ‘seyahatnâme’ değildir. Öğretici, eğlendirici yönü de vardır:

KARAKTER

Zamanın birinde padişah, başvezire sormuş: ‘Eğitim mi önemlidir, karakter mi?’

Vezir hemen cevap vermiş: ‘Karakter önemlidir sultanım.’

Padişah, memleketin her yanma tellallar göndermiş: ‘Duyduk duymadık demeyin… En iyi hayvan eğiticisine 100 kese altın ödül verilecek.’

Yapılan elemelerden sonra bir kişi, ülkenin en iyi hayvan eğiticisi olarak hükümdarın huzuruna çıkmış. Padişah sormuş: ‘Bir kediye, tepsiyle servis yapmayı ne kadar zamanda öğretirsin?’  ‘Altı ayda öğretirim sultanım.’

Aradan altı ay geçmiş. Eğitici huzura alınmış. Padişah sormuş: ‘Öğrettin mi?’

Öğrettim padişahım.’

Saray erkânı toplanmış. Hünerli kedi, elinde tepsiyle servis yapmaya başlamış. Tam başvezirin önüne geldiği zaman padişah sormuş: ‘Ey vezir! Söyle bakalım; eğitim mi önemlidir, karakter mi?’

Vezir, padişahın sorusuna cevap vermeden önce, kaftanının altında hazır tuttuğu bir fâreyi yere bırakmış. Kedi fareyi görünce tepsiyi attığı gibi farenin peşinden koşmaya başlamış. Altı aylık eğitim de boşa gitmiş. Vezir, padişahın sorusuna cevap vermiş: ‘Karakter önemlidir, padişahım.’ 

Seçme şiirler ve türküler dikkat çekiyor:

Türkülerimiz, ah o türküler! Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun;

‘Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası

Ayak seslerinden tanırım

Ne zaman bir türkü duysam  

Şâirliğimden utanırım’

dediği türküler. Söz yine o büyük ustanın, Bedri Rahmi’nin:

‘Ah bu türküler  

Türkülerimiz

Ana sütü gibi candan    

Ana sütü gibi temiz  

Türkülerde tüter dağ dağ yayla yayla 

Köyümüz, köylümüz, memleketimiz    

Ah bu türküler

Köy türküleri

 Dilimizin tuzu biberi

Memleket ahvalini onlardan sor

Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i 

Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni

Ben türkülerden aldım haberi’ 

***

Avrupalının cehâletini ortaya koyan küçük bir hâdise:

Merhum iş adamlarımızdan Nejat Eczacıbaşı’nın hâtıralarından nakledelim. Kendisi 50’li yıllarda, Amerika’da bir üniversitede doktora yapmakta iken bir gece bulunduğu fakültenin verdiği dâvete katılır. Tanıyanlar hatırlayacaktır: Nejat Bey sarışın, fiziği düzgün bir insandı, bir de yabancı lisanı mükemmel konuşunca o gece ev sâhibi Amerikalılardan ayırt edilemez durumdadır. Neyse efendim, dâvette dans ettiği Amerikalı kız sürekli etrafına bakınıp durunca Nejat Bey sebebini sorar. Amerikalı cevaben, ‘Duydum ki bu gece baloya bir Türk gelecekmiş, merak ediyorum acaba kuyruklu mu, kuyruksuz mu?’ demiş. Bizim Nejat Bey o Türk’ün kendisi olduğunu söyleyince, Amerikalının az daha düşüp bayılacak olduğunu ifâde etmişti. Her ne kadar günümüzde zihinlerdeki imajımız zannediyorum o kadar kötü olmasa da topyekûn Batı âleminin, eski tâbirle efkâr-ı umûmiyesinin Türklük hakkındaki kanaatlerinin akşamdan sabaha değişeceğini beklemek saflık olur.

Üroloji Profesörü Sayın Atilla’nın seyahat izlenimleri olağanüstüdür:

Çin dünyânın en kalabalık ülkesi, Pekin ve Şanghay gibi en büyük iki şehrini görüp toplam beş kere seyahat ettiğim bu ülke; târihi, kültürü, insanlarının karakteri ve yıllardır Doğu Türkistanlı kardeşlerimize yapıp ettiklerinden dolayı ayrı bir yazıyı hak ediyor. Öte yandan Japonya, Çin ile aynı coğrafyayı paylaşmasına rağmen insanlarının özellikleri tamamen farklı, benzerlikleri sâdece çekik gözden ibâret bir ada devleti. Kyoto, Osaka ve Tokyo şehirlerini gördüğüm bu ülke bende güçlü hâtıralar bırakmıştır.

Pekin, Çin’in hem başkenti hem de târihini barındıran şehri. Tiananmen meydanına bakan Yasak Şehir ve Çin Seddi (Büyük Duvar); sâdece bu ikisi için bile oraya seyahate değer zannederim. Çinlilerin ‘Beijing / Kuzey başşehir’ dedikleri Pekin, modern binâları ve lüks otomobillerle dolu geniş yolları ile ilk bakışta bu ülkenin gerçekten komünist bir idâre altında olup olmadığıyla ilgili insanda şüphe uyandırıyor. Gittiği ülkelerde oranın mahallî kültürünü, mîmarîsini, tatlarını arayan ben, o etkileyici modern şehir havasından uzaklaşıp hemen arka sokaklara, Çin kültürünün nabzının attığı yerlere odaklanmıştım. Pekin’in dışarıya gösterdiği zenginlik ve ihtişam akan yüzünün aksine ara sokaklarda, o caddelerin arka taraflarında, filmlerden bildiğimiz klasik Çin mîmarîli evler, üç beş parça satılacak nesnenin bulunduğu, bizdeki köy bakkallarına benzeyen dükkânlar vardı. Hepsi de halkın yoksulluğunu yansıtan manzaralardı. Çöp yığınlarıyla dolu o sokakların perişanlığı ve üstü başı dökük hâldeki Çinliler ile olimpiyatlar için yapılmış her biri mimarî tasarım şaheseri olan statlar, spor tesisleri ve aralarındaki yollar tam bir tezat teşkil etmekte. Bu tezadın insanı rahatsız etmesinin sebebi, galiba yansıtılan ihtişamdan çok geniş halk kitlesinin bu ihtişamdan istifâde edemeyişidir; sayıları milyonlarla ifâde edilse de bu gelişmişlikten yararlanan mutlu azınlığın oranının toplam nüfusa göre çok az oluşudur.

…………………

Turistik ziyâret için en iyi durumdaki bölge olan, Pekin’e birkaç saatlik mesafedeki -onların Büyük Duvar, bizimse ‘Çin Seddi’ dediğimiz yapı, binlerce kilometre uzunluğunda, inşası yüzlerce yıl sürmüş, gerçekten olağanüstü bir eser. Öyle ki bazı yerlerde uçurumun kenarlarında dahi boy gösteriyor. Arazinin kendisi bile yer yer doğal bir set iken bir de onun üzerine duvar yapılmış. Üzerinde belli aralıklarla yer alan gözetleme kuleleri ve 4-5 metre eninde, inişli çıkışlı taş yolları ile ölmeden önce görülmeyi hak ediyor.

Eski Çin imparatorlarının sarayı olan Yasak Şehir, bünyesinde iki adet metro durağı barındıran büyüklükteki Tiananmen meydanına bakmakta. Meydanın bir tarafında Çin Halk Meclisi binâsı, diğer tarafında Mao’nun büyükçe bir resmi bulunuyor. Bu resmin altındaki kapıdan geçerek, bir vakitler akşam olduktan sonra giriş çıkışların ve içeride imparator dışında herhangi bir erkeğin bulunmasının yasak olması sebebiyle ‘Yasak Şehir’ adını alan bu târihî mekâna adım atmış oluyorsunuz. Saray kavramı buralarda Batı ülkelerinden farklı yorumlanmışa benzer, zira hem Çin’de hem de Japonya’da imparatorların ikametine tahsis edilmiş bu yapılar bizim anladığımız mânâda saray kavramından uzaktır: Klasik mîmarî ile bezenmiş, çok sâde, birkaç odadan ibâret iç içe geçmiş evler bütünü. ‘Son İmparator’ adlı filmi seyredenler hatırlayacaktır. İçeri girildiğinde ilk olarak sizi merdivenlerinden ineceğiniz uzun bir meydan karşılıyor. Meydanın sonunda bu sefer merdivenleri çıkıp, köşeleri hayvan heykelleriyle donatılmış eğik çatılı, tek katlı ev benzeri binâları gezdikten sonra tekrar aynı stilde bir başka eve açılan merdivenli bir alan, onun peşine yine meydan ve meydanın bitiminde yine saraya ait bir ev. Binâlar ve giriş çıkışları merdivenler ile meydanlardan oluşan bu kompleks sanki hiç bitmeyecekmiş gibi sürekli tekrar ediyor: Büyüklük ve şatafatın esas alındığı Avrupa’daki emsallerinin aksine, insana tepeden bakmayan, çok geniş bir alana yayılmış basit, gösterişsiz yapılar.

Çin’den ne alınır, nerelerden alınır derseniz, Pekin’de, giden herkesin muhakkak uğradığı, içerisinde sâdece inci ve ipekli ürünlerin satıldığı bir alışveriş merkezi tavsiye edilmekte. Özellikle hanımların gözdesi olan bu mekânda, dediklerine göre Türkiye’deki değerlerinin dörtte bir, beşte bir fiyatına alabileceğiniz ve ülkemizde pek bulunmayan büyüklükteki inciler sergilenmekte. Önceki gidişlerden tecrübeli olan ben, oranın usulüyle pazarlık yapmakta usta olmuştum. İlk başta satıcının söylediği fiyatın onda birini söylüyor, Çinlinin alaycı bakışları ve ret cevabı üzerine dükkândan çıkıp gittiğim sırada satıcının kolumdan çekmesi ile tekrar içeriye alınıyordum. Dükkân sâhibinin bu sefer fiyatı yarıya düşürmesi üzerine ben yine ısrarla ilk söylediğim onda birlik rakamı telaffuz ediyordum. Bunun üzerine yine aynı replik ve sahne tekrarlanıyor: alışverişten vazgeçme, peşinden geri çağrılma ve tekrar indirim. Ta ki satıcı ilk söylediği rakamın onda birini kabul edene kadar… Böyle bir alışveriş sonrası otelde, gruptakilerden birisi aldığı bir şeyi göstererek, sıkı pazarlık yapıp satıcının söylediği rakamın beşte birine satın aldığını gururla ifâde ettiği sırada ben, ‘Onun aynısını onda birine aldım’ deyince o arkadaş bayağı bozulmuştu. Bu pazarlık işi ve satıcıların âfakî fiyat beyanları Çin’e mahsus, Japonya’da asla böyle bir şey yoktur; orada söylenen fiyat gerçektir, pazarlık yapılmaz. Zira Japonya’daki ticâret Çin’deki gibi müşteriyi aldatmaya yönelik değildir, Japon satıcının malının kalitesi ve fiyatı hakkında söylediğine gönül rahatlığıyla inanıp güvenebilirsiniz.

Çin kültürü yemek hususunda dünyânın geri kalanından tamamen ayrışmış vaziyette görünüyor. Her ne kadar Türk ve Fransız mutfaklarıyla birlikte üç büyük mutfaktan biri sayılsa da yemeklerine lezzet vermek için türlü soslar kullanan Fransızlarınki ile her türlü böceği, kediyi, köpeği, kertenkeleden yılana, tavuk ayağından şişte akrebe kadar bize iğrenç gelen ne varsa yemek listesine koyan Çinlilerin mutfağı, bence tuzlusundan tatlısına, zeytinyağlısından etlilere, hamur işlerine kadar esâsen bir imparatorluk mîrası olan Türk mutfağına rakip olamaz. Peki, oralarda ne bulup da yedik? Çin’e giden herkesin endişesi olan yemek konusunda Amerikan ‘fast food’ restoranları bizler için kurtarıcı olmuş, ülkemde yaygınlığına kızsam da Çin’de imdadımıza yetişmişti.

Müellifin ‘Dünyânın en kalabalık ikinci ülkesi ve kendine has kültür ve medeniyete ev sâhipliği yapan ülke’ olarak tavsif ettiği Hindistan’a âit izlenimleri hârika…

Sâdece o bölüm mü? Kitabın tamâmı hârika. Okuyanlar hak verecektir… 

170-184. sayfalarda yer alan bölümlerin başlıkları: *Türk Devletleri Birliği, *Azerbaycan’daki Kardaşlarımıza! *Bir Mahnının Düşündürdükleri, *Mustafa Cemiloğlu, *Çanakkale Kahramanı Seyit Onbaşı, *İsimsiz Sâlih Kaptanlara, *Cem Karaca, Can Bartu, *Pele, *Son Söz Niyetine.  

AKIL FİKİR YAYINLARI

Alemdar Mahallesi, Alayköşkü Caddesi, Küçük Sokak Nu: 6/3 Cağaloğlu, Fatih, İstanbul

Telefon: 0.212-514 77 77 e-posta: bilgi@akilfikiryayinlari.com  www.akilfikiryayinlari.com 

Prof. Dr. Mustafa Kemal Atilla: Samsun’da 1965 yılında doğdu. İlk ve orta öğrenimini Samsun’da tamamladı. 1988 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. 1994 yılında üroloji uzmanı olarak sırasıyla Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi ve Samsun Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültelerinde öğretim üyeliği yaptıktan sonra çeşitli hastanelerde başhekim ve başhekim yardımcılığı görevlerinde bulundu. Hâlen Samsun Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı’nda profesör öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Meslekî olarak laparoskopik cerrahî ve endoüroloji ile ilgilenmektedir. Meslek dışı olarak târihe, kültüre, Türk diline ve atayurt coğrafyasına meraklı olup, ney üflemektedir. Evli ve anne babası gibi doktor olan bir kızı vardır.
Önceki İçerikİyi Parti Ve Ak Parti’de Değişim Şart
Sonraki İçerikGüç Nedir, Güçlü Kimdir?
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.