Yeryüzündeki milletlerin çoğunun, köklü târihleri ve zengin kültürleri yoktur. Onlarda; milleti meydana getiren fertleri, birbirlerine yaklaştıran ve kaynaştıran değerler ve güzel günler de yoktur. Târih ve kültür zenginliklerinden, güzel günlerden mahrum olan milletler, insanları birbirlerine yaklaştırmak ve kaynaştırmak için yapay vesileler icat ederler. Anneler günü, babalar günü, kadınlar günü, sevgililer günü, dedeler günü, büyükanneler günü… gibi.
Türk milletinin târihinde, kültüründe, örf ve âdetinde derin manâlı günler, geceler, haftalar ve aylar vardır. Bu güzellikler ve zenginlikler; takvim yaprakları arasına serpiştirilmiştir. Her biri, insan ömrünün safhalarına ışık saçan pırlantalardır. Millî ve dinî bayramlarımız, hıdrellez, nevruz, Kadir Gecesi, Kutlu Doğum Haftası, Kandil geceleri ve Mübârek Ramazan ayı… gibi. Bu pırlantaların kıymetini bilenler, o zaman dilimlerini, batı icâdı günlerle birlikte ve o günlerden
esirgemediği heyecanlarla yaşabilenler ve sevdikleriyle paylaşabilenler… mutlu insanlardır.
Örfüne ve geleneklerine bağlı insanlarımız, millî bayramlarımızın gurur ve sevinci ile, mübârek gün ve gecelerin feyzi ve bereketi ile sık sık yakınlaşma ve kaynaşma imkânı buluyorlar.
Kendilerini pozitivist ve materyalist akımlara esir edenler, millî ve manevî değerlerin uzağında kalıyorlar. Yakınlaşma, kaynaşma, yardımlaşma ve paylaşma için uygun ortam bulamıyorlar. Bulabildikleri ise, senede bir gün ile ve günün belirli saatleriyle sınırlı kalıyor. Kederlerini bölüşerek azaltamıyorlar, sevinçlerini paylaşarak çoğaltamıyorlar. Böylece; bunalımlı, depresyonlu, stresli ve intihara teşebbüs düşünceleriyle dolu bir ortamın içerisine gömülüyorlar.
Dünyamız globalleşiyor, mesafeler kısalıyor. Ülkeler arasında gerçekleşen askerî, siyasî ve iktisâdî işbirlikleri, kültürel temasları artırıyor. Bunun neticesinde millî olması gereken kültürler aşınıyor, deforme oluyor ve yabancı etki ve baskılar altında yozlaşıyor. Güzelliklerini bilmeyen, yaşamayan ve paylaşamayan insanlar; etki ve baskılara daha kolay ve kısa zamanda boyun eğiyorlar, teslim oluyorlar. Özellikle iletişim araçlarının gelişmesi sebebiyle etkileşimler daha yaygın oluyor. Evlerimizin içini, gözbebeğimiz çocuklarımızı bu etkileşimin olumsuzluklarından korumak ve kurtarmak çoğu zaman mümkün olamıyor.
Evlerimizde duş ve banyo sayısından çok televizyon var. Buna bir de bilgisayar ve internet eklendi. Bu teknolojik âletlerin imkânlardan elbette yararlanacağız. Aksini düşünmek bile mümkün değil. Fakat insanlarımız vücutlarını en çok günde beş-on dakika temizliyorlar. Beyinlerimiz ise, gazete, radyo ve televizyon ve bilgisayar marifetiyle her gün (en az) üç-beş saat müddetle kirletiliyor…
İnsanlarımızın bu baskılardan etkilenmemesi için güçlü bir moral dirence, ahlâkî ve kültürel altyapıya sâhip olması gerekir.
35-40 yıl önce aileler, çocuklarını mecbur kalmadıkça, sokağa göndermezlerdi. Böylece onları yabancı ve zararlı etkilerden uzak tutmaya çalışırlardı. Şimdi istenmeyen olumsuzluklar evlerimizin içerisinde, her türlü şiddet hareketleri, feryat figan kavgalar, şiddet içeren senaryolu dizi filmler, hırsızlık, gasp ve intihar olayları; böylesi olaylar hayatın tâ kendisidir, yaşamak budur… dercesine beyinlere işleniyor. Sık sık tekrarlanan görüntülerin sergilediği hayat tarzı, kimi insanlarımız ve özellikle çocuklarımız için etkili bir referans kaynağı oluyor. Bu kaynaklar, şuur hâline getirilememiş millî ve moral değerleri aşındırıyor. Öğretmenlerin, anne ve babaların; körpe dimağlar üzerindeki etkisi çok zayıf kalıyor.
Her milletin temel dinamikleri vardır: Milletler, kendi temel dinamiklerinden güç alabilirlerse… gelişirler, güçlenirler. Gelişen ve güçlenen milletlerde fertler daha huzurlu olur. Milletimizin temel dinamiği millî kültürümüzdür. Türk Milleti, dünyanın en uzun ömürlü devletini, çağının en güçlü milletler topluluğunu bu temel üzerinde ve onun birleştirici-kaynaştırıcı harcı ile kurdu.
Günümüzde bu anlayışa, her zamankinden çok daha sıkı bir şekilde sarılmak mecburiyetindeyiz.