Bir konferans için (1992 yılında) gittiğim Hakkari’den Van’a dönüyorum. Şoförün arkasındaki ön koltuktayım. Otobüs, oldukça kalabalık. Görünüşe bakılırsa, benden başka herkes yöre halkından. Kenarlarındaki yalçın dağların göğün derinliklerine doğru yükseldiği Zap vadisinden yukarıda yer alan Hakkari’den Zap suyuna doğru inişe geçtik. İleride Yüksekova yol ayrımına kadar haşin ve hırçın bir şekilde akan Zap suyuna paralel bir asfalt yolda ilerliyoruz. Zap suyunun iki tarafında göğe dimdik bir duvar gibi yükselen manzaraları seyre dalıp, Allah’ın Celal ismini tefekkür ederken; nazlı bir gelin gibi süzülüyor otobüsümüz.
Yolcular sakin ve sessiz. Herkes kendi aleminde etrafı seyrediyor. Bu minval üzere yol alırken otobüsümüz, birden hafif bir frenle sarsılıp durdu. Herkes daldığı alemden endişeyle uyandı. Başlar, merakla sağa sola “ne oluyor?” dercesine bakındı. Endişeli gözler, birbirini sorguladı. Lisan-ı hâlle söyleşirlerken, otobüse giren bir asker şoföre yaklaşıp, gayet ciddi, o nispette de nazik ve yumuşak bir sesle “Hayırlı yolculuklar.” diledikten sonra, şoförün adını sorup, plakayı ve geçiş saatini, elindeki deftere dikkatle not etti.
Bu arada bir subay da ön kapıdan girerek, o da gayet nâzik ve yumuşak bir dille yoculara hitaben “hayırlı yolculuklar” dileyerek; kimlik kartlarımızı lûtfen çıkarmamızı, bizlerden rica etti ve tek tek kontrol etmeye başladı. Bütün bunları söyleyip yaparken, yolcuları rahatsız etmiş olmanın sıkıntısı yüzünden okunuyor, fakat aynı zamanda vazifesini yapması gerektiği hususuna da müdrik bulunduğu her hâlinden anlaşılıyordu. Birkaç dakika sonra yine selam verip hayırlı yolculuklar dileyerek otobüsten indi.
Böylece tekrar yola koyulduk. Yine yolun iki tarafındaki vahşi, ürkütücü ve yalçın kayaların göğe doğru yükselen görüntüsüne dalmıştık ki, yolculardan biri, âniden patlayıverdi! Şaşkın bakışlarımız arasında gözlerini fıldır fıldır oynatarak âdeta ağzından köpükler saçarak sinirden tit tir titreyerek -anlaşılan kontrol esnasında, kendisini zor zaptetmişti- : “Nedir çektiğimiz? Nedir Doğu’nun çektiği bu çile, bu işkence? Gayrı yetti artık! Bir de derler ki, Doğu’da işkence yok! Gelsinler de görsünler neler çektiğimizi! İşkence var mı yok mu anlasınlar!” diye bağıra çağıra söyleniyor, yolcuların kendisine hak vermesini istercesine, sağa sola bakınıp duruyordu!
Ben de bu âni çıkışa şaşırmıştım. “Kardeşim, işkence buysa, dostlar başına. Sen buna işkence mi diyorsun, Allah aşkına. Öyleyse sen, işkence nedir bilmiyorsun.” Diye cevap vermek istedim fakat sonra vazgeçtim. Çünkü yolcularca yanlış anlaşılmam mümkündü. Neyse…
Durup dururken, kendi kendine, yüksek sesle ileri geri konuşan bu hemşehrilerine; yolcular tuhaf tuhaf baka kaldılar. Bu yersiz çıkış ve homurdanmaya bir mânâ veremediler. Sükûtu ihtiyar ettiler. Kimse tarafından tasvîp ve tasdîk edilmediğini gören taşkın ve şaşkın yolcumuz, yalnız kaldığını görünce, ister istemez yerine oturdu. Kafasını bir o yana, bir bu yana sallayarak kendi kendisiyle söylenir oldu.
Yola devam ederken, sükunet tekrar avdet etmiş. Yol güzergahında, birkaç kere daha, yine asker, polis ve sivil giyinmiş resmî görevliler tarafından durdurulmuş, yine kimliklerimiz, aynı şekilde kontroldan geçirilmiş. Bu kontroller bitip de, otobüsümüz, durdurulduğu yerden her ayrılışında, aynı şahıs, aynı yersiz çıkışları yapmış, huzursuzluğunu dışa vurmuş, fakat her defasında, diğer otobüs yolcularının, asla tasdik ve tasviplerine nail olamamıştı.
210
Hakkari – Van arası, vasat bir sürüşle, dört saatlik bir yol. Bu zaman zarfında Güvenlik Güçleri’mizin kontrolleri, hepsi hepsi sekiz on dakikayı geçmiyor. Üstelik bu vazifeyi; vatandaşı gerçekten incitmeden ve tam bir vazife şuuru içinde özenle yapmaya çalışan ve ister istemez yapmak zorunda olduklarının bilinci içinde hareket eden asker, polis ve sivil giyinmiş resmî görevlilerin, bunca itinasına rağmen, bazan böyle yersiz bir tahammülsüzlük örneği gösterenlere rastlanabiliyor!
Pireyi deve yapan bu gibilerin, orada burada ve bilhassa Batı’da, Polis ve Asker’in Doğu’da işkence yaptıkları şeklindeki söylentilerin temelinde, nasıl masumane bir resmî göreve karşı yersiz ve yakışıksız itham ve hattâ iftiralar yattığını bilelim ve bunlara inanmayalım. Yine bilelim ki, gerçekten resmî zevat, çok zor şartlarda ve hakkında söylenenlerin hâsıl ettiği tedirgin bir ortamda canlarını dişlerine takarak ve hedef olduklarının şuuru içinde metanet, sabır ve büyük bir azim ve şevkle bu Vatan, bu Millet ve bu Devlet için vazife başındalar.
Öyle bir geçiş devresi yaşıyoruz ki, Türkiyemiz, âdeta Mustafa Kemal’in:
“Hattı müdafaa yok. Sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.”
Hükmüne yeniden mâsadak oluyor.
Fakat ümitvârız. Gecenin en karanlık zamanı, sabahın en yakın olduğu ândır.