Hz. Muhammed kendi kendine güneş gibi bir bürhan / delildir. O Zât’ın dört yaşından, kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hîlesi, bir hıyaneti / hâinliği görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zât’ın yaratılışında / fıtratında bir fenâlık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsa idi, er-geç gençlik sevkiyle dışarıya aksedecekti. Halbuki bütün ömrünü dosdoğru, metanet ve sağlam bir şekilde, iffetle sürdürmüş ve intizam üzere geçirmiş; düşmanları bile hîleye işaret eden bir hâlini görmemişlerdir.
İnsanın yaşı kırka ulaştığında iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk sâhibi olursa olsun; onda iyice yerleşir. Artık meleke hâline gelir, terki mümkün olmaz. İşte bu yüce Zât’ın; tam kırk yaşına girdiği zaman icrâsına başladığı o büyük inkılâbı, âleme kabul ve tasdik ettirişi, o azîm inkılâba; âlemi celp ve cezp ettirişi / çekip sevdirişi; ancak o Zât’ın evvel ve âhir, herkesçe mâlum olan sıdk ve emaneti / doğruluk ve güvenilirliği sayesinde gerçekleşmiştir.
Demek o Zât’ın sıdk ve emaneti, peygamberlik da’vâsına en büyük bir bürhan / delil olmuştur.
Fâni Bâkiye Sebep Olamaz
Bu dünya menzili dâima değişikliklere ve zevâle / ayrılığa ma’rûzdur / uğrar. Sanki bu dünya menzili, misafirler için yapılmış bir handır ki, daima dolup boşalıyor. Ne kendisinin sâbit bir şekli, ne de içinde duranların bir kararı var. Yani yoktur. Kâinat / evren; âlemin san’atkârı olan Yüce Allah’ın; garîp ve acîp / acayip san’atlarının nümune ve örneklerini teşhîr ve i’lân / göstermek ve duyurmak için değişimden boş kalmayan bir meşheri / sergisidir. Bu bakımdan o handa ve o meşherde toplanan insanlar sâbit kalacak değildir. Çünkü meskenleri sâbit / durağan değildir.
İşte bu hâl, şu vaziyet ve bu durum; bu fâni menzilden sonra, o ebedî saltanata karargâh olmak üzere, sâbit ve bâkî / ölümsüz, sermedî / ebedî Cennetlerin, sarayların, saâdetlerin olacağına kesin bir delille şehadet eder. Çünkü fânî, bâkîye medar / sebep ve makam olamaz.
Hakk, Hukuku Zâyi’ Etmez
Âyet (Yûnus: 31) başta der: “Sema ve zemini rızkınıza iki hazine gibi hazırlayıp, oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir? Allah’dan başka koca sema ve zemini iki itaatkâr hazinedar hükmüne kim getirebilir? Öyle ise, şükür O’na münhasır olup, sadece O’na edilmelidir.”
İkinci fıkrada der ki: “Sizin a’zâlarınız içinde en kıymetli göz ve kulaklarınızın mâliki / sâhibi kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız? Bu lâtif, kıymetli göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi yaratıp terbiye eden O’dur. Bunları size vermiştir. Öyle ise yalnız ‘Rab’ O’dur. Ma’bûd / ibadete lâyık olan da O olabilir.”
Üçüncü fıkrada der: “Ölmüş yeri ihya edip / diriltip yüz binler ölmüş taifeleri ihya eden kimdir? Hakk’tan başka ve bütün kâinatın Hâlikından / Yaratıcısından başka şu işi kim yapabilir? Elbette O yapar. O ihya eder. Madem Hakk’tır. Hukuku zâyi’ etmeyecektir. Sizi büyük bir mahkemeye gönderecektir. Yeri ihya ettiği gibi, sizi de ihya edecektir.”
Dördüncü fıkrada der: “Bu azîm / büyük kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi, mükemmel bir nizamla idare edip tedbîrini gören, Allah’dan başka kim olabilir?”
İnsan Başıboş Bırakılmayacaktır
İnsan, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine / bütün kâinatı terbiye edişine ait işlerine, ahvâl ve hâllerine şahittir. Mahlûkatın / Yaratılmışların içinde, Allah’ın birliğine dellâl olup, O’nu ilân edicidir. Mevcudatın / varlıkların tesbîhâtına / Allah’ı lâyık olduğu tarzda anmalarına; müşâhid / seyirci kılınmış. Hilâfet-i kübrâ / yeryüzünün halîfesi olmakla ikram edilip yüceltilmiştir. Öyle ise insan; asla başıboş bırakılmayacak; mutlaka hesaba çekilecektir.