‘’Ah Vatan, ah vatan…’’
…Üçüncü ve Son Bölüm…
Girit, artık asilerin eline geçmiş, birçok köyleri harabeye dönmüş, büyük şehirleri birer, birer Osmanlı idaresi zamanındaki huzuru kaybetmişti. Bu arada; Hanya çevreden kaçıp kurtulabilmiş zavallı Türklerle doluvermişti. Bu yüzdendir ki palikaryalar gözlerini her şehirden çok Hanya’ya dikmişlerdi. Yunanistan’dan getirilen toplar ve asilerin başına geçen Yunan subayları Hanya’yı saranlara kuvvet ve cüret kaynağı oluyordu!
Hanya kalesi içinde sıkışıp kalan Giritli Türkler etraflarını saran düşmanların üstünlüğüne aldırmadan zaman, zaman kaleden çıkıyorlar, asilere gerekli darbeyi vurup tekrar kaleye dönerek aslanca savunmalarına devam ediyorlardı. Özellikle bunlar arasında ölümü çoktan göze almış en büyük yararlıkları gösteren orta boylu düzgün endamlı bir yiğit vardı. Defne köyü baskınından yaralı olarak kurtulmuş olan ve bir kayık ile Hanya’ya gelen Behçet’ti bu kahraman. Her rastladığına nişanlısı Mazlume’yi ve babası Mahmut’u soruyordu…
Türk ve Müslüman Giritliler, yiyecekten-giyecekten yoksun, çaresiz ve bitkin düşmüşlerdi. İstanbul’a Sultan Abdülhamit’e gönderilen ricacılar nihayet Sultanın değil de milletin kalbini harekete geçirebilmişlerdi. Girit’e erzak yardımı başlamıştı. Daha önce ekilen tarlaları hasat için giden Türkler, Rum asilerin kurşunlarına hedef oluyorlardı.
Girit isyanının baş teşvikçisi, cephane ve erzak bakımından tek besleyicisi Avrupa’nın şımarık çocuğu küçük Yunanistan hükümetiydi!
Osmanlı sınırına asker yığmaya başlamış ve ilk kazanacağı yeni zafer ile Girit’in bağımsızlığını tasdik ettirmek kaydı ile sulh yapmayı planlıyordu.
Sonuçta bu planlarında başarıya ulaştılar…
Abdülhamit’in korkaklığı, halkın çaresizliği, Hıristiyan devletlerin Yunan tarafını tutması Osmanlı askerinin büsbütün Girit’ten çekilmesine sebep oldu.
Artık Girit Türk vatanı, İslam vatanı olamaz hale gelmişti.
Girit Türklerinin hepsi kan ağlıyordu…
Bu arada; birbiri ile buluşan baba oğul: Mahmut’la Behçet, Mazlume’ye de rastlamış olmakla, bu dertlilerin içinde, az çok mutlu olan üç müstesna insandı…
Hatta bir aralık Behçet ile Mazlume’nin evlendirilmesi bile kararlaşır gibi oldu ama kızın kardeşinin dediği gibi bu, mezarlıkta şenlik yapmaya benzeyeceği için geriye bırakıldı.
Artık Girit’i terk etmekten başka çare yoktu. Vatanlarını yabancı ayaklara çiğnetmemek için ölümleri hiçe saymış, bu kadar çile çekmiş, cefa görmüş insanların şimdi bir başka bayrak altında bir düşman hükümetinin tebaası olarak yaşamaya gönülleri nasıl razı olabilirdi?
İçleri bir tek gün rahat olmayacaktı. Her gün biraz ölerek yaşamanın sürünmekten ve yavaş, yavaş intihar etmekten ne farkı vardı?
Ah, fakat Girit nasıl bırakılırdı? Her karışı bir avuç Türk Kanı ile sulanmış bir aziz topraktı burası; suyu, havası, ürünleri birbirinden eşsizdi.
İlk savaşlar hesaba katılmasa bile; Osmanlılar yalnız son üç senelik kavgada 135 bin Şehit vermişlerdi. Girit’i bırakmak zordu, günahtı, ayıptı!
Şuydu-buydu ama çilekeşler artık yorulmuşlardı, canları burunlarına gelmişti. Burada kalıp ölmektense bir yerlere göçüp yaşayıp toparlanmak ve ilk fırsatta tekrar vatana dönmek, o zaman için tek akıllı çare görünüyordu.
1897 yılının bir sonbahar günü, Akdeniz’in pek uysal günlerinden biri idi; tatlı bir rüzgâr esiyor ve su üstündeki gemilerin yelkenlerini iyice şişiriyordu…
Bu gemilerden biri Girit’ten hemen yeni açılmıştı. Güvertede birbirine sokulmuş üç-beş kişi dolu, dolu gözlerle Girit güzelliklerine dalmışlardı.
İçlerinden bir erkek, bir kız birbirlerine sokulmuşlardı. Ötekilerin bir elleri böğürlerinde, bir elleri yaşlı gözlerinde idi..!
Bunlar Mazlume’nin Anı defterinin son sayfasına kaydettiği hikâyemizin sağ kalan kahramanları idi;
Behçet, Mazlume, Şerif ve Mahmut…
Girit dağları adadaki Türklerin talihleri ve istikballeri gibi koyu bulutlarla kaplı idi. Girit örtünüyor, yasa boğuluyor ve diri, diri gömülmeye razı oluyor gibiydi.
Gemi adadan uzaklaştıkça bizimkilerin derdi artıyordu. Hepsi bir ağızdan, bir ağıtın nakaratı gibi bir cümleciği yürekleri parçalanarak tekrar edip duruyorlardı:
‘’ Ah vatan, ah vatan…’’
Mazlume’nin hatıra defterine yazdığı gerçekler ‘’Ah vatan…’’ cümleciği ile son buluyordu. Gözyaşları içinde okuduğum bu kitapçıkta yazılanları noktasına, virgülüne dokunmadan sizlere aktarmaya çalıştım.
Bir insanın doğuşundan ölümüne kadar geçen süreçte çocukluk, gençlik yıllarını yaşadığı; havasını soluyup kokladığı, çiçeklerle bezeli ovalarında koşturup oynadığı acısıyla, sevinciyle pek çok anılar biriktirdiği vatan topraklarından sökülüp atılması, sevdiği nice canları o topraklarda gömülü bırakması ne kadar acı.
Hiç düşündünüz mü? Vatan nedir? Ne demektir?
Vatan:
Bayrağımızdaki ‘Ay’ ile ‘Yıldız’dır. Vatan ve vazife uğruna ölümü göze alabilmektir. Düşmanın önünde dik durmaktır. Bir ve beraber olmak, ülkemize kast eden tüm düşmanlara, düşmanlıklara onurunla karşı koymaktır. Tarih sayfalarında ki, ‘Türk Milletinin’ o muhteşem mirasına sahip çıkmaktır.
‘Ey Halkım, Mehmet’im, Genç Kardeşim; kan ve can bağı ile aynı yüreği, aynı ülküyü paylaşan yiğidim:
Vatan nedir bilir misin?
Aramızdaki sevgi bağlarıdır, saygı ve kültür mirasıdır. Ocağındaki aştır. Özgürce soluduğun hava, bahçende kokan çiçek, lezzetle yuttuğun lokmadır…
Hani bu gazi toprakların işgali boyunca kokusuna hasret kaldığın, kucaklamak için can attığın, ata yadigârı, ata toprağın Anadolu’dur, Anadolu’nun can insanıdır…
Vatan nedir bilir misin kardeşim?
Her sabah işine giderken özgürce kullandığın yolların, keyifle sürdüğün aracın, emeğinin karşılığında son kuruşuna kadar hak ettiğin paran ve bu parayı keyfince harcamandır…
Tüm bu saydıklarım; sana hamasi bir nutku; vatan, millet, Sakarya söylemlerini çağrıştırmış da olabilir!
Ama bilir misin? Bu söylemler, ‘Vatan’ kavramının ta kendisidir…
Vatan olmadığında insan için bir yuvada olmaz.