Girit Elden Giderken…

14

‘’Ah Vatan, ah vatan…’’

…İkinci Bölüm…

      İnsanlar ki aynı Tanrının yarattığı, aynı atanın ürettiği kardeşlerdir. Akıllarını, güçlerini ve değerlerini, topluluklarının daha rahat, daha güzel yaşaması için yeni çareler bulmaya harcayacakları yerde, böyle kötülüklere, hainliklere, alçaklıklara sapmaları, ne hazin ne akıl almaz şeydir.

     İnsanlar arasındaki bu çekişme, bu boğuşma din ve mezhep ayrılığından mı?

     İnsanları doğruya çağıran hak dinler hiç böyle hayvanca şeyler ister mi?

    Gece yarısı gelmiş, haydut takımı köye yaklaşmıştı. İlk işleri köydeki samanlıkları ve ahşap kulübeleri tutuşturmak olmuştu. Köy bir anda bir yangın yerine, bir savaş meydanına dönmüştü…

  Kapısını açıp dışarı fırlamak, penceresini açıp bakmak isteyen her köylü bir kurşunla yere seriliyordu.   Şurada bir kadın saçlarından çekilerek sürükleniyor, eziliyor, öteden beriden:

      ‘’ vay anam ‘’, ‘’ aman çocuğum ‘’, ‘’ kıymayın alçaklar ‘’ gibi sesler yükseliyordu…

     Haydutlar bir, bir evlere giriyorlardı. Can çekişen vücutların üstüne basarak dolapları kırıp eşyaları ortaya yığarak buldukları paralarla yükte hafif, pahada ağır şeyleri bölüşüyorlardı. Barut ve yanık kokusu genizleri tıkıyor, ötede beride alçakça tecavüze uğramış kadınların çığlıkları duyuluyordu. Köyün minaresi, sabahleyin çalışkan, masum ve asil halkına mezar olmuş, köyün başında bir mezar taşı gibi sessiz duruyordu..!

    Bir gece sonra idi; Defne Köyünün birkaç saat uzağında, adanın güneyine doğru, iki adam, biri ötekinden daha telaşlı, seyirtip gidiyorlardı…

   Yarı çıplak, pes perişan hallerinden belliydi ki bunlar, köy halkından olup her nasılsa kılıçtan geçmekten, balta altında can vermekten kurtulan kimselerdi.

   Gerideki gittikçe ona yaklaşıyordu; nihayet kim olduğunu seçebilecek kadar yanına gelince birden haykırdı:

  ‘’ Vay Mehmet Ağaki! ‘’ Öteki, ‘’ Sen misin Mahmut Boğçalaki? ‘’ diye seslendi…

    El sıkıştılar birbirlerine dert yanmaya başladılar. Mahmut oğlunun nasıl öldüğünü anlatmaya koyuldu. Eşkıya köyü bastığı anda yiğit çocuk silaha sarıldığı gibi pencereye koşmuş, kepengi açması ile birkaç kurşunun birden göğsüne girmesi ve ‘’ Ah babacığım ‘’ diye yere yuvarlanması bir olmuştu. Zavallı baba gözyaşları içinde korkunç hikâyesine devam ediyordu:

   ‘’Oğlumun kanlı göğsüne sarıldım, hıçkırmaktan kendimi alamıyordum. O sırada kapının vurulduğunu, vurulma değil yumruklandığını duyunca birden doğruldum, tüylerim ürperdi, martini aldım kapı tarafına çevirdim, birkaç el attım…

     Zorlanan kapının çatırdayarak kırıldığını duyunca, evin arka odasına geçtim, kapıyı kilitledim. Sapa sokağa bakan pencereyi açarak kendimi aşağıya salıverdim. Dünyada varım yoğum bir tek oğlumdu…

      Serif Alaki’nin kızı ile evlenmeleri yakındı. Muradını kursağına kodular kahrolasıcalar.’’ Mahmut hıçkıra, hıçkıra ağlarken…

    Mehmet söze başladı:

     Biliyorsun karım bugünleri görmeden ölmüştü. Çoluğum çocuğum yoktu. Ama yakınlarım vardı. Bana evlattan yakındılar. Onlarla avunup gidiyordum.

     Zavallıların hepsini ayrı, ayrı işkence yaparak gözlerimin önünde öldürdüler. Nasıl can çekiştiklerini gördüm. Dayanamadım silahımı çektim, beş on haydudu yere serdim. Sonra intikamımızı almaya daha elverişli zaman olur ümidi ile kendimi karanlığa attım..!

   Acı çekmiş zulüm görmüş bu iki bahtsız böyle dertleşerek çekingen ve ürkek ilerledikleri sırada ortalık ağarmaya başlamıştı. Beş altı saatlik daha gidecek yolları vardı. Ancak iyice yorulmuşlar adım atacak halleri kalmamıştı. Açlıktan ve yorgunluktan bitkin düşmüş vücutları ne olursa olsun uzanıp uyumak için çırpınıyor gibiydi. Bir ağaç parçasını yastık yaptılar. Mahmut’un sırtındaki kilim ikisine birden yorgan oldu; kıvrılıp yattılar…

    Biz gelelim Defne Köyüne, daha doğrusu Defne yıkıntısına! Köy evlerinin hepsi yanmış, damlar çökmüş yarı yıkılmış isli duvarlar iskeletler gibi sırıtıyordu!

    Ötede beride kana bulanmış insan cesetleriyle hayvan leşleri koyun koyuna yatıyorlardı. Köyde ses seda yok, mezarlık gibi bir sessizlik her tarafı sarmıştı!..

    Ne o? Yanıp yıkılmış bir evin devrilmiş kapısı içinde bir gölge kıpırdanıyor. Bir kaputa sarılmış, başı örtülü ilk bakışta erkeğe benziyor ama biraz dikkat edince kadın olduğu fark ediliyor!

 Yürümeye çabalıyor ama zayıf bacakları bitkin vücudunu taşıyamıyor. Etrafı gözden geçiriyor. Birden gözleri parlıyor yıkıntılar arasında yanmış kurumuş bir ekmek parçası bulmuştur, onu kapıyor; karnı doymasa da oyalanarak aklı başına gelir gibi oluyor. Söylenmeye başlıyor:

  ‘’Yarabbi! Allah’ım! Merhameti sonsuz Allah’ım nedir bu başımıza gelenler? Nedir bu başıma gelecekler? İşte koca köyden ayakta kalan tek insan benim. Babam, anam, kardeşlerim toprak altında kaldılar! Ben olduğum yerden kendilerini duyuyordum da kendimi öldüm sanıyordum!

     Eyvah! Nişanlım da ilk kurşunlardan birinin kurbanı oldu. Bir tek ümidim var:

    Ağabeyim yakındaki şehirde; bari onu bulmak kısmet olsa… Orası da kim bilir ne haldedir? İşte güneş yakında batacak; baştanbaşa yanmış yakılmış köyde ne bir ışık, ne bir ses, ne bir lokma yiyecek…’’

  Kızcağız bir köşede donup kalmasa, başını yıkık duvar yığınlarına çarparak delirmese keşke!

    ‘’Şerif Aleki ‘’ diye adını, haydutlardan kaçıp kurtulan Mahmut ve Mehmet’ten duyduğumuz zengin adamın kızı bu…

     Babası Şerif Efendi, Defne köyünün en zengini ve en iyi kalpli adamı idi. Defne köyünün yıkıntıları arasında bir başına kalan kızı Mazlume ise köy kızları arasında güzelliği ile nam salmıştı. Az çok okuması ve yazması da vardı. Daha okul sıralarında iken Mahmut’un oğlu Behçet ile birbirlerine yakınlaşmışlardı. Büyümüşlerdi artık; görüşemiyorlardı. Mazlume çarşafa girmişti. Behçet’in de bıyıkları terlemişti. Artık evlenmelerinin sırasıydı. Babaları anlaşmışlar bir iki ay sonra düğün hazırlığına başlanacaktı…

    Mazlume o korkunç gecede bile çeyizlerini hazırlamak için epeyi zaman uyanık kalmıştı. Nihayet yorgun, bitkin ama memnun uyuyakalmıştı…

    Rüyasında Behçet’ine kavuştuğunu görüyordu. Kollarını onun boynuna dolamak için uzatır gibi olmuştu. Büyük bir gürültü ile uyandı. Evi alevler sarmış ön odalardan iniltiler geliyordu!

   Babası Şerif Efendi hemen duvarda asılı martinine sarıldı. Pencereden dışarıya ateş etmeye başladı. Karısı ve çocuklar evi saran alevleri söndürmek için çırpınarak, haykırarak odada dönüp duruyorlardı. Bu sırada dolabın birinde saklı barut dolu bir kap birden ateş aldı. Dehşetli bir gürültü ile patladı.

 Yarı yanmış evin bir yanını birden çökertti.   Mazlume’yi bu basınç ileri fırlattı; ötekilerini yıkılan duvar, altına alıvermişti!

    Ya Behçet ne halde idi? Babası Mahmut’un anlattığı gibi köyü basan alçakların attığı kurşunlardan biri ile göğsünden fışkıran kan ile yere serilivermişti. Evde tek sağ kalan babası ciğeri yana, yana pencereden atlamış yollara düşmüş, ormanlarda gecelemiş, rastladığı köylüsü Mehmet ile yoluna devam etmişti. Behçet’ini gömmeye bile vakit yoktu…

   Hâlbuki Behçet yaşıyordu, göğsünden giren kurşun kalbin biraz ötesinden sıyırarak çıktığı için, kan içinde yere yığılmış ama ölmemişti.

   Yani Mazlume’de nişanlısı Behçet’te yaşıyordu. Birbirlerinin yaşadığından habersiz olan bu iki gence kavuşmak nasip olacak mıydı?

    Mazlume, yarı ölü-diri bir gece daha geçirdiği köyünde, daha sonra yakılıp yıkılan köye gelerek eski dostlarını arayan 60 yaşlarında bir ihtiyar tarafından bulunarak Yenişehir’e götürüldü.

   Oradaki komitecilerden bir tanıdığına durumu anlattı. Kızı onlara kılına dokunulmamak kaydı ile teslim etti.

İkinci Bölümün Sonu…(Devam Edecek)

Önceki İçerikAhlak Tepesini Kaybetmek
Sonraki İçerikTürkçü Siyasetçilerin Bilgisine
Avatar photo
1967 yılında Teğmen rütbesiyle T.S.K da göreve başladığı zaman, Kıbrıs olayları adada tüm hızıyla devam ediyor, Yunanistan’ın da desteğini alan Rum’lar; adada yaşayan Kıbrıs Türk’üne her türlü mezalimi yapıyor, gerçekleştirdikleri toplu katliamlar, uyguladıkları ekonomik ambargolarla Kıbrıs Türk Halkını adadan göçe zorluyorlardı… O dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin 1960 yılında imzalamış olduğu, BM’ler tarafından da onaylanmış garantörlük anlaşması gereğince, ada da bulunan ‘Şanlı Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayında’ görev almak için defalarca dilekçe veren Teğmen Çilingir; 1974 yılının 20 Temmuz Cumartesi sabahı kendisini Kıbrıs’ta savaşın içinde buldu. Bölük komutanı olarak Kıbrıs Savaşlarının her iki safhasında da bu görevini başarıyla sürdürdü, ‘Gazi‘ unvanı ile onurlandırılarak Türkiye’ye döndü. 1974–1975, 1985–1987 yıllarında Kıbrıs’ta görevli olduğu yıllardan sonra da, adada yaşanan olayları yakinen takip eden Çilingir; 2004-2011 yılları arasında Kıbrıs Türk Kültür Derneğinin İstanbul Şubesi yönetim kurulunda da görev yaptı. Bu uzun süreçte ’mili davamız’ olarak bilinen Kıbrıs konusuna sahip çıkarak, Kıbrıs Türk Halkının kazanılmış tarihsel ve hukuksal haklarını savunmak adına değişik platformlarda görev aldı. Sempozyumlara, panellere, televizyon programlarına konuşmacı olarak katıldı, makaleler yayınladı. Yakinen takip ettiği Kıbrıs konusu başta olmak üzere, ülke meseleleriyle ilgili güncel yazılarına, konferanslarına devam etmektedir. T.S.K.’dan 1990 yılında, kendi isteği ile emekli olduktan sonra; Kıbrıs konusuyla ilgili kaleme almış olduğu; ’’Özgürlük Nefesi (K.K.T.C Cumhurbaşkanlığı yayını 1995)’’, ‘’Girne’den Doğan Güneş (1997)‘’, ‘’Unutanlar Unutturulanlar ya da Hatırlayamadıklarımız (2004)’’, ‘’Elveda Kıbrıs Ama Bir Gün Mutlaka (2006)’’, ‘’Andımız Olsun ki Bu Topraklar Bizim (2007)‘’,’’Tarihten Gelen Çığlık (2010)’’, Kıbrıs ‘’Yes Be Annem’’ 2002-2016 (Eylül-2016) isimli kitaplarıyla; Ülkemizin son 65 yılında öne çıkan, yaşanmış önemli olayları anlatan: ‘’10’ların İzleriyle Türkiye (2014)’’,’’Kırılmadık Ne Kaldı?-Zaman Asla Kaybolmaz (2015)’’, ‘’Önce Vatan (Eylül 2017) isimli kitapları da bulunmaktadır… Sivil iş hayatına ‘Türkiye Sigorta Sektöründe’’başlayan Atilla Çilingir Koç YKS bünyesinde uzun yıllar görev yaptıktan sonra, halen dünyanın 18 ülkesinde hizmet veren, sağlık bilişim şirketlerinden birisi olarak ülkemizde de faaliyet gösteren; ‘’CompuGroup Medical Bilgi Sistemleri A.Ş’’ bünyesinde, görevine devam etmektedir. Pek çok üniversitenin ‘Bankacılık-Sigortacılık Fakültelerinde, Yüksek Okullarında, vermiş olduğu seminerler, konferanslar ile sektöre bu yönde de hizmet vermeye devam eden Çilingir’in: Sigorta sektöründe 27 yıldan beri vermiş olduğu hizmetlerini anlatan; ‘’Sigortalı Hayatın Gerçekleri’’ (2012) isimli bir kitabı daha bulunmaktadır. Atilla Çilingir; bugüne değin kitaplarından elde etmiş olduğu telif gelirleriyle; Sosyal sorumluluk projeleri kapsamında: 2010 yılında ‘K.K.T.C Lefkoşa Şehit Aileleri ve Malul Gazileri Derneğine’ ‘Tarihten Gelen Çığlık’ isimli kitabının telif gelirini bağışlamış, 19 Şubat 2012’de Van’da yaşanan büyük depremden sonra Van’ın Muradiye İlçesi Akbulak Köyü İ.M.K.B. (İstanbul Menkul Kıymetler Borsası) Yatılı Bölge İlk Öğretim Okulunda içinde 20 adet bilgisayarı bulunan ve kendi adını taşıyan bir BT (bilgi teknolojisi) sınıfı açmış. 02 Haziran 2017 tarihinde de Samsun’un Tekkeköy ilçesi Büyüklü İlköğretim okulunda da adını taşıyan, içinde 2500 kitabı, 2 adet bilgisayarı bulunan bir kütüphanenin açılışını sağlamıştır.