Aklî ilimler ve felsefe yolları, insanların gittikleri yolların başında gelir. Fakat hakikatlerin hakikatine / gerçeklerin gerçeğine ulaşmak için, insanlar değişik yollara da başvurmuşlardır.
Bu hususta tarikat ve hakikat ehli olanların yollarını tercih edenler de olmuştur.
Çokları, tarikat ehli olanların yaptıkları gibi, yalnız kalben hareketle yetinmediler. Çünkü akıl ve fikirleri felsefe hikmeti ve ilimleriyle bir derece yaralı idi. Bu yüzden tedavileri gerekiyordu.
Oysa, bu gerçek yoluna hem kalben, hem aklen giden bazı büyük hakikat ehli olan zatlar da, gelip geçmişti aramızdan.
“Bu seyri (bu yola gidişi) ‘akıl-kalb ittifakı’ şeklinde formüle edebiliriz. Akıl ve kalb, insanı gerçeklere muhatap eder. Felsefeciler daha çok akılla, tasavvuf ehli ise daha çok kalb ile yol alır. Bu ise, bu ikisinin ittifakı ve birbirine destek olması ile en yüksek gerçeklere muhatap olmaya çalışır. Sadece akılla gidenler, vehim ve şüphelere maruz kalır. Çünkü akıl yıldız böceğine benzer. Yıldız böceği gecenin karanlığında azıcık ışığıyla ne derece etrafı tam olarak görebilir? Ama gündüzün ışığında her şey net olarak görülmektedir. İşte, ilahî vahiy güneşe benzer. Vahiy güneşinin ışığıyla âleme bakanlar, onu gerçekte olduğu şekilde görebilirler.” (Prof. Dr. Şadi Eren)
Onların, yani hem kalben hem aklen gidenlerin arkasından da gidilebilir. Fakat onların her biri, ayrı cazibeli ve çekici birer nitelik ve özelliklere sahip durumdadır.
İnsanın hangisinin peşinden gitmesi gerektiği hususunda hayret etmemesi mümkün değil.
İmam-ı Rabbanî’nin “Mektûbat” adlı eserinde “Tevhîd-i kıble, et!” / “Yalnız bir üstadın arkasından git!” diye veciz bir sözü vardır.
Bilindiği gibi, hakikî / gerçek üstad / yol gösterici Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.
İşte ancak, o kudsî / kutsal üstadın irşadıyla hem kalb hem ruh; gayet / son derece garip bir tarzda sülûka / yol almaya başlar.
Zaten insanın nefs-i emmaresi / kötü ve günah işlerin yapılmasını emreden nefsi de, verdiği şek ve şüpheleriyle, onu manevî ve ilmî cihada / savaşa mecbur eder ve zorlar.
Fakat “Bir kısım gerçeklere ulaşmada şüphenin mühim bir yeri vardır. Her şeye, hatta en bedihî şeylere bile şüpheyle bakmak nasıl bir aşırılıksa, şüpheye hiç yer vermemek de bir başka aşırılıktır. Özellikle, ilmî gerçeklerin ortaya çıkmasında ‘metodik bir şüphenin’ özel bir önemi vardır. Böyle bir bakış, insanı araştırmaya sevk eder, gerçeğe ulaştırır.” (Prof. Dr. Şadi Eren)
Üstelik, gözü kapalı olarak değil; İmam-ı Gazalî, Mevlânâ Celaleddin ve İmam-ı Rabbanî’ler gibi; kalb, ruh ve akıl gözleri açık olarak, istiğrak ehlinin / manevî bir coşkunlukla kendisinden geçmiş hâle giren kimselerin; akıl gözlerini kapadığı yerlerde, insan; o makamlarda gözü açık olarak gezebilir.
Çünkü “İnsanda beden gözünün yanında ‘akıl, kalb, ruh gözleri’ de vardır. İnsan beden gözüyle renklere, ‘akıl, kalb, ruh gözleri’ ile de gerçeklere muhatap olur. İnsanın maddî gözüne ‘basar’, kalb gözüne ise ‘basiret’ adı verilir.” (Prof. Dr. Şadi Eren)
Böylece insan, Kurân’ın ders ve irşadıyla hakikat ve gerçeğe doğru bir yol bulur ve o yola girebilir.
Hatta “Her şeyde O’nun (Allah’ın) birliğine delil olan bir alâmet vardır.” (İbnü’l-Mu’tez) hakikatine mazhar ve nail olur.
Mevlânâ Celâleddin, İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî gibi, akıl ve kalbin ittifakı / el ele vermesiyle hareket eder. Her şeyden evvel kalb ve ruhunun yaralarını tedavi eder / iyileştirir. Nefsin evham / vehim ve kuruntularından kurtulmaya çalışır.
Kur’an’ın bir manevî i’cazıyla / benzerini söylemekte acze düşürücü üslûbunun gösterdiği metod ve usûllerle, her şeyde bir marifet / Allahı hatırlatan bir bilgi penceresi açmış olur.