Çünkü İpek Çalışlar “Latife Hanım” romanında, Topal Osman’ın Gazi Mustafa Kemal’i öldürme amacıyla baskın yaptığı evden Gazi’nin kadın kıyafetiyle kaçarak kurtulmuş olduğunu konu etmişti. Sadece bir rivayete dayalı, özensiz dolayısıyla da önemsiz bir iddia olma ihtimaline karşın ben, yine de; “Gerçek olsa ne yazar. Demek ki Gazi, her an ölümle burun buruna yaşayan ne yaman bir savaşçı imiş” diye düşünmüştüm.
Yazarımız, Gazi’nin, Libya halkının İtalyanlara karşı direnişini örgütlemek üzere Libya’ya halı tüccarı kılığı ve kimliğinde girdiğini de biliyor olsaydı herhalde bunu da diline dolayabilirdi. Hâlbuki ben, “Gazi, bizatihi ne çetin bir direnişçi imiş” diye düşündüm.
Sonra Çanakkale savaşlarında askerlerine “Size ölmeyi emrediyorum” deyişi geliyor aklıma. Çünkü Gazi, doğadaki her canlı ve insan topluluğunda olduğu gibi Anadolu halkının da bu dünyada kendilerine güvenli bir mekân bulup neslini sürdürme ve sonrada adı Kurtuluş Savaşı olacak mücadelesinde, bu savaşın mutlaka zaferle sonuçlanmasının zorunlu bir aşama olduğunu biliyordu. Bu bilinç, inanç ve sevdayla askerlerine bu emri verdikten sonra kendi için de “Ya istiklal, ya ölüm!” diyerek askerleriyle birlikte elinde tabancasıyla cepheye dalmıştı.
Ve Gazi, askerlerinin gözünde “Efsunlu Paşa ” olmuştu, sanki kurşun işlemiyordu. Ve savaş kazanıldı. Demek ki Gazi, Avrupa’nın Gazi’ye hayran yüksek askeri sosyetesinin taktığı sıfatla sadece “Namağlup General” değilmiş. Demek ki Gazi; bizzat ne kahraman, cesur bir nefer imiş.
Çok sonraları, kurtuluş mücadelemizde, Çerkez Ethem, Gazi’nin hasta yatağında yattığı evi adamlarıyla çevirir, eve – odasına girer; niyeti Gazi’yi öldürmektir. Gazi’nin adamları da tetiktedir. Çerkez Ethem’in eli, belindeki tabancasına doğru yönelirken Gazi’nin eli de yastığının altındaki tabancaya yönelir. Ethem, vazgeçer; şartlar uygun değildir. Demek ki Gazi, ne yaman bir silahşör imiş.
“Anadolu İhtilali, Kutsal İsyan, Kuva-yı Milliye Destanı” kurtuluş mücadelemizin ne güzel adları imiş. Kurtuluş zaferimizin boşa çıkardığı, işgalcilerin bilinen planlarına göre Sevr, sonun başlangıcıydı; asıl plan Türkleri yok etmek ve kalanını Anadolu’dan sürmekti. Buna göre Anadolu insanının nesillerini kurtaran Kurtuluş zaferimiz İslam’ın Anadolu da yok oluşunu önleyen bir zafer olarak da tüm dünya Müslümanları tarafından sevinçle karşılanmıştı.
Gazi Mustafa Kemal; Kurtuluş’tan ve Türk Ulusunun inşasından sonra ulusun neslinin devamını, manevi dünyasını ve akıl özgürlüğünü laik bir düzende güven içine almış ve hemen ulus birliğindeki tüm halkları sosyal bilimlerin, doğa bilimlerinin ve olmazsa olmaz maddenin yasalarına kavuşturma çabasına girişmişti.
Özellikle maddenin yasaları çok önemlidir ve bu yasalara hâkim olan, olmayana üstünlük sağlar. Onların nesli rahatlık içinde devam eder, sen sürüm sürüm sürünürsün, yok olursun icabında. Çünkü bir çocuk felci mikrobu ya da koli basili maneviyattan falan anlamaz, maddeden anlar. Karşı maddesini bulup üzerine saldın mı; yok olur, gider. Yoksa çocuklarımız telef olur. Maddenin / yerin çekimi ve maddenin dayanımı da maneviyattan falan anlamaz. Depreme dayanıksız binalar yaparsak Marmara Depremi’nde olduğu gibi maddenin yasalarına karşı tüm cehaletimiz ve vurdumduymazlığımız bir laubalilik canavarı olarak ortaya çıkar ve onbinlerce insanımız kaybolur.
Soma Maden Galerilerinde karbon atomları, yeterli oksijen ve yanma ısısı ile buluşamazlar ise bir karbon atomu, bir oksijen atomu ile birleşerek yarım yanma dediğimiz olay olur ve ortamda karbonmonoksit gazı ürer. Bu gaz da şartlar oluştuğunda bir oksijen atomu ile daha birleşme arzusunda olan, yanıcı bir gazdır. Hele karbonmonoksitli ortama taze hava pompalanırsa şartlar oluşur ve yarım yanma tam yanmaya yani büyük bir yangına dönüşür.
Oraya faciadan sonra giden kurban yakınlarına “Kadere isyan edilmez. Ağlamayın, sızlanmayın!” diyerek yas tutmalarını bile engellemeye çalışan zorba imam ordusu, faciadan önce hep beraber oracıkta Kuran’ı hatmedip sonra da yangın olmasın diye günlerce dua etseler de bu faciayı engelleyemezlerdi. Ve buna kader demek’te facia kurbanları, yakınlarını, Yaşar Nuri hocamızın deyişi ile “Allah ile aldatmak” olur. Çünkü bu kader değil tamamen atomlar arası bir ilişkidir.
Ve atomlar da maneviyattan anlamaz. Ve şartlar oluşunca yanma meydana gelir. Olmazsa mucize olur. Ama İslam’da mucize yoktur. Demek ki Allah maddenin yasalarına karışmazmış. Çünkü İslam’da Allah’ın Hristiyanlık’ta var olduğu gibi yeryüzündeki hiçbir faniyle nesep, mucizevi ve bu nedenlerle, temsili bir ilişkisi yoktur. İslam da imamların sadece namaz kıldırırken günlük kıyafetlerinin, bayramlarda ise kravatlı takım elbiselerinin üzerine giydikleri çok sade iş önlükleri dışında üniforma diyebileceğimiz abartılı bir görev kıyafetleri yoktur. Bu nedenle İslam; papazsız, ruhbansız, azizsiz, ortaksız ve gerçekten Tek Tanrılı, bu anlamda çelişkisiz, mükemmel bir semavi din olarak bu dünyadaki hiçbir kişi, zümre, yere ve bu nedenle de sadece bu dünyaya ait olmadan, semanın en yüksek katında bütün insanlığı ve bütün evreni kucaklar.