Gazeteciliğin Neresindeyiz?

80

Türkiye’de 10 Ocak ve 24 Temmuz tarihleri basın hayatımız için önem arzeder. Mesaj olarak biri “Gazeteciler Günü” ötekisi ise “Türk Basınından Sansürün Kaldırılışının Yıldönümü”dür. Bu özel günlerde klasik açıklamalar yapılır ve merasimler gerçekleştirilir. Tümü de ülkenin şartları itibariyle midir nedir tekrardan öteye gitmez; topluma, fikir hayatımıza ve düşün emekçilerine pek yansımaz. Kokteyl verilir, birkaç medyatik kişi ve kuruluş açıklamalar yapar, haber yazılı ve sözlü basında az da olsa yer alır. Belki bu sene de öyle olacak. Türkiye’de bir dönüşüm ve değişim olurken sektörde böyle bir beklenti bile yok.

Geçen mahalledeki marketten gazetemi alırken, bir tomar gazete de köşeye atılmıştı. Sordum ilgilisine, dedi ki “Abi dağıtım şirketinden bıraktılar. (Bedava dağıtabilirsin) dediler. Bir haftadır her gün 20 kadar gazeteden birer adet öylece bırakıp gidiyorlar. Denetim mi ne varmış?! İstersen alabilirsin!”

Aldım tabi. Eve getirdim. Okumaya başladım 20 gazeteyi. İçim cız etti. Tümüne yakını da sağ görüşlü, milliyetçi, muhafazakar gazeteler. Bir iki tane de magazin, asparagas, sol gazetecilik örneği verenlerden. Çoğu 8, bazıları 12 ve 16 sahife yayınlanıyor. Fiyatları ise 25 kuruş genelde. Aynı patronun, aynı adreste birkaç gazetesi de yok değil.

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ

Bir zamanlar gazetelerden bazıları Türk fikir hayatına, siyasetine, topluma yön verirdi. Hikmet Feridun Es ile bütün dünyayı gezmişdik o günün şartlarına rağmen. Murat Sertoğlu bir tiryalik verirdi yazılarıyla. Burhan Felek, Kadircan Kaflı birer kültür abidesiydi. Reşat Ekrem Koçu, Ziya Şakir, Feridun Fazıl Tülbentçi tarihi sevdirdiler. Peyami Safa görüşü ne olursa olsun hangi gazeteye gitse 60-70 bin tiraj aldırıyordu. Yaşar Kemal ve Fikret Otyam röportajlarıyla olay oluyordu. Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin hem düşündürüyor, hem güldürüyordu. Yenilik içindeki medya gerek teknolojik ve gerekse içerik bakımından iddialıydı. Ünlü ve “doğrucu davut” yazarlar üzerine üzerine giderdi her şeyin. Foto muhabirleri ödül alan ustalardı. O yıllarda naylon gazeteler yok muydu? Bütün Türkiye’de vardı. Hala da var. Onlar kendilerini biliyor. Ancak kötü yönetimle gazetelerini sıkıntıya sokan sahipleri veya mirasçıları büyük bir sorumluluk içindeler.

Keşke İstanbul’da böylesi türde yayınlanan gazeteler, neşredildiği yerin iddialı bir medyası olsa, ilçe halkı o’nu takip edebilse. Bu tür gazetecilik özellikle gelişmiş ülkelerde mevcuttur. Hele hele ABD ve Japonya’da. Batıda Düsseldorflu hiç bir zaman Köln gazetesi okumaz, Marsilyalı Lyon medyasına güvenmez. Venedikli de böyle, Granadalı da vs.

1960 EŞİTTİR 2013’E YAKIN MI?

Adapazarı’nda denetime giden Basın İlan Kurumu Müfettişinin bir mahalli medya sahibi tarafından öldürülmesi olayı sonrası belki makul, çağdaş, faydalı düzenlemeleri yeniden gündeme getirir diye beklendi ama nafileydi. Olmadı, bu sektör aynen devam ediyor. 1960’lı yıllarda Türkiye’nin nüfusu 27 milyondu, okuma yazma oranı yeterli değildi. Gazeteler taşraya üç gün sonra giderdi. Tirajı ise 3.5 milyon falandı tümünün. Bugün 80 milyon olmuş ülkemiz, okuma yazmada çıta yüksek, her saat yeni baskı yapabilecek bir teknoloji var, ama naylonlar dahil gazetelerin  toplam tirajı ancak 4.5 milyon kadar.

“-Efendim gazeteler, dergiler, ansiklopediler, kitaplar artık satmıyor: bilgisayar, televizyon, cep telefonları ve internet ile dijital yayıncılık bizi etkiledi” diyorlar. Peki ABD ve Japonya’da bunlar yok mu da bir gazete 14 milyon basıyor Tokyo’da, bir kitap 2 milyon basıyor Newyork’ta. Aynı anda da bütün batılı merkezlerde okuyucuya sunulabiliyor. Süper güçlerin yayınları da, tirajları da süper oluyor.

Yıllar önce halen Milli Eğitim Bakanlığı görevini yürüten Prof. Dr. Nabi Avcı ile sohbet ederken bir espri patlattı aynı konuda “Batılı insanlar metrolarda elinde kitap, onunla meşgul, bizde metro yok da ondan okumuyor insanlar!” demişti latifeyle. Şimdi metrolarımız da mevcut, genç kızlarımız sağolsun hemcinsleri hamile ve çocuklu kadına bile yer vermiyor, elindeki cep telefonuyla cetleşiyor, yahut erkek arkadaşı ile muhabbet ediyor. Kitap okuma hak getire. Her ne ise.

MEDYA KENDİNE YETERLİ HALE GELMELİ

Gazeteciliğin neresindeyiz diye düşünmek mecburiyetde değil miyiz Allah aşkına? Gazetelerde ve meslek kuruluşlarında hala tekelcilik var, merkezi yönetim hakim. Aynı isim ve resimler kendilerini adeta “vazgeçilmez” yapıyorlar. Ancak bir Amerikan sözü var ki çoğu şeyi anlatır :” Mezarlıklar kendini beğenmiş vazgeçilmezlerle doludur!.” Kimse vazgeçilmez değildir.

Türkiye’de Özal Hükümetleri zamanında gazetecilerin basın kartı ayrıcalıkları ve öncelikleri kaybolur, gazeteler sendikalardan arınırken hem meslek kuruluşlarının, hem de sendikaların gıkı çıkmadı. Henüz yeni birkaç başörtülü gazeteci cemiyete üye olabildi. Artık yönetime de nötr bir sağcı alıyorlar denge için. Benim üyeliğimi hatırlıyorum(1972), referanslarım Seraceddin Zıddıoğlu ve Vasfiye Özkoçak’tı. Her ikisi de Milliyet’te çalışıyordu, ben ise gerici diye sınıflandırmaya sokulan Tercüman’da çalışıyordum. Onun için Babıali’de Sabah, Bugün, İttihat ve Sebil gazetelerinde çalışırken müracaat bile edememiştim. Mümkünü yoktu çünkü. Hatta Babıali’de Sabah’ın yazarlarından Mustafa Nezihi Polat bir grup ideolojik militanın saldırısıyla yaralanmış, Gazeteciler Cemiyeti kınamamıştı bile Foto Muhabirimiz Aydın Ünsal’ın ilgilenmesine rağmen.

İKİ BUÇUK GAZETE

Bugün gazeteler para kazanmıyor. Maalesef müteşebbislerin kullandığı bir hale getirildi. Sözkonusu holdingin lokomotifi gibi görev yapıyor. Öteki sektörlerin katarlarını da taşıyor. Bundan kurtulmak için de medyanın kendi kendine yeter hale gelmesi gerekecek. Mesela Başbakan Turgut Özal 200 kadar gazeteciyi yurtdışına dil öğrenmeye devletin imkanıyla gönderirken bir sohbetimizde şöyle demişti “Onlar aynı zamanda gazeteciliği de öğrenecek. Batıda gazetecilik nasıl oluyor?. Gazeteci nasıl olmalı görecekler.” Zaten birara da “Türkiye’de 2 buçuk gazete kalacak”, “2 buçuk parti kalacak” derken de neyi kastettiği bugün daha iyi anlaşılıyor.

Gazeteler günümüzde belli görüşleri içeriyor. Ötekilere yer vermiyor, hayat hakkı tanınmıyor. Bir yönetici, aynı çizgide olmak kaydıyla biri eskiyince ancak “el vererek” göreve getiriliyor. Aksi mümkün değil. Sendikasızlaşmanın keyfini patronlar sürüyor, çalışanlar bu hazzı henüz tatmadı. Peki Gazeteci Cemiyetleri görevlerini yapıyor mu? Etkinliklerine uluslararası sermayenin ve kuruluşların sponsor olması acaba neyi dillendiriyor dersiniz? Hep aynı isimlerden oluşan Basın Kartı Komisyonu neden muhafazakar hanım ve erkek gazetecilerin sarı basın kartı almasını geciktiriyor derseniz?

TÜRK DİLİ’NE SAHİP ÇIKMAK

Medyada haber aramak da artık mikroskop gerektiriyor. Haberi her yayın organı kendine göre şekillendirince böyle bir ortam yaratılmış oluyor ister istemez. Mısır Darbesini hiç görmeyen gazete olur mu Allah aşkına? Sonra gezi parkı eylemlerini! Ne dersiniz? Bu konuda ideolojik davranılıyor. Aynı “Balkan” kelimesini kullanmamadaki ısrar gibi. Balkan ülkeleri demek Arnavutluk, Bosna Hersek, Hırvatistan, Sırbistan, Makedonya, Karadağ, Kosova, Slovenya, Yunanistan akla gelir. NATO ve Avrupa Birliği bu ülkeler için “Güney Doğu Avrupa Ülkeleri” diye hatırlatıyor ve diplomatik bir dil haline getiriyor, “Balkan” kelimesini kesinlikle kullanmıyor!. Çünkü Balkan Osmanlı Cihan Devleti’ni, Türklüğü, İslamı çağrıştırıyor. O nedenle kullanmama bir politikası haline geliyor. İslamafobia’yı yerleştirmek istiyor. Ancak gel gelelim medyamız da öyle. Peyami Safa’nın “mahut medya” dediği belirli yayın organları bu konuda ısrarcı. Hatta Basın Hayatı Dergisi bile öyle. TRT de. Yayınlarında Balkan Yayıncılar Birliği ismini kullanmıyor, NATO ve AB ağzı ile kullanıyor. Maalesef İTO’da.

Medya kimden gelirse gelsin şiddetle mücadele etmeli ve insan hakları konusunda katkıda bulunmalı. Kültür sahifleri tam bir Necip Fazıl’ın deyişiyle “aceze basın” örneği gibi. 1960’lı yıllarda yöneticiler sevmediklerini spor servisine gönderirdi. Galiba şimdi de kültür ve sanat sahifesine sallanıyor. Türkçe cetleşmelerle gittikçe yozlaşıyor, çözülüyor. Gazetelerin kültür ve sanat yönetimleri Türk Dili’ne sahip çıkabilecek durumda olmalıyken sahipsiz ve öksüz muamelesi yapılıyor. Gönüllü insanların fedakarlığıyla yürür hale getiriliyor.

HALKIN TERCİHLERİNİ ÖNE ÇIKARMAK

Gazete eklerine bakıyorum, reklam karşılığı verilen ilanları anımsatıyor bana. Kitap ekleri keşke okumayı sevdirmeyi amaçlasa. Medya yeni bir şey üretemeyip, çok yönlü analiz yapamayınca bir eskinin arkasına sığınarak kendini öne çıkarıyor. Büyük Doğu ilavesi bana göre böyle bir şey.

Medyadaki tartışmaları Peyami Safa-Nazım Hikmet çıtasını geçemedi. Kayıkçı kavgasına dönüştü. Gazeteciler birbirinin eksiğini arıyor. Medyada teknik gelişme hızlı. Ancak buna mümasil muhteva yeterli değil. Keşke olsa. Medya halkın tercihlerini öne çıkarmalı, gelişen ve değişen Türkiye’ye de bu yakışır. Ruhsal ve etik bir gelişme olarak medya ve çalışanlarının dayanışması zaruridir. Olmaz ise “naylon medya” olmaya sıraya girilir. Buna da sadece üzülürüz.