Kainatta müsavat / eşitlik yok, adalet vardır. Ve asıl olan da adalettir. Adalet ise her şeye ve herkese layık ve lazım olduğu ihtiyaç ve kabiliyetleri vermek demektir.
Milletler maden gibidirler. Her birinin ayrı bir misyon ve fonksiyonu vardır.
Çiçeklerin dünyası gibi kavimler de rengarenktir. Her biri bahar için lazım olduğu gibi, her kavim de bu dünya için gereklidir. Fakat aralarında keyfiyet ve içerik farkı vardır.
Hep bir Yaratan’ın kulu olmaları bakımından birbirlerine karşı böbürlenemezler. Hepsi yaratılışlarında olan kabiliyetleri göstermekle mükelleftirler.
Bir binada, eşik taşına da, kubbede yer alacak taşa da ihtiyaç vardır. Milletler de öyle; Medeniyet binasının yükselmesinde çeşitli yerlerde görev yüklenirler.
Çiçekler baharı teşkil ettikleri gibi, milletler camiası da medeniyet aleminin oluşmasında gerekli yeri alırlar.
Bazı milletler; çiçekler içinde Gül misali, çok farklı bir keyfiyet arz eder.
İşte Türk Milleti çiçekler arasında Gül gibi tarih boyunca ayrıcalıklı bir durum göstere gelmiştir.
Bundan dolayıdır ki, yazdıklarımız ancak böyle bir düşünce çerçevesinde bir anlam taşımakta olup, bu manada yorumlanmalıdır.
Yazdıklarımız yersiz bir gurur için değil; tarihi bir tespit; ilmi bir tahkik; tefekküri bir anlayış için kaleme alınmış hususlardır.
Çünkü: “Kavmiyeti tel’in ediyor / lanetliyor Peygamber.”
Türklerin geçmişte olduğu gibi, gelecekte de etkin rolleri olacak. “İslam garip geldi, garip gidecek.” Meal ve anlamındaki meşhur sözde zikr edildiği üzere, Türkler, Araplara halef olarak başlangıçta dünyayı şaşırttığı şekilde; ahir zamanda yine cihanı şaşırtacak ve hayrette bırakacak bir büyük hamlenin sahibi olacaklar.
İşte bu manadır ki, Allah tarafından Türkiye’nin maddi ve manevi muhafaza ve korunmasını sağlıyor ve hatta İslam Alemi’nin de her şeye rağmen manevi bir himaye altında tutulmasını gerektiriyor. Daha doğrusu istikbal için, el altında tutulmasını temin ediyor.
Emin olun ki, Avrupa ve Batı Dünyası, özellikle son otuz yılda teröre, dıştan ve bilhassa içten verdiği her türlü desteğe rağmen Türkiye’nin ayakta kalışından şaşkın ve hayretler içindedir. Onun içindir ki, bükemediği eli öpme manasında yüzümüze gülmeye başlamış, son zamanlarda yaptığı gibi, meydanlarda alamadığını masada almanın hin oğlu hinliği içinde sahte bir munislik maskesini takınmakta gecikmemiştir.
Velhasıl bu vatan, bu millet ve bu devletin, indallah kıymet ve makbuliyetinin işaretlerini manevi cenahta görmüş olan manevi rical de, eserlerinde bu millete, bilvesile temas etmekle bu gerçeği göstermişler ve bu ilahi hakikate dikkat çekmişlerdir.
Vereceğim birkaç yorumsuz örnekle yazımı noktalıyorum:
“Rüyamda bu ulu zatın (Muhiddin-i Arabi’nin) bana seslenerek: ‘Beni Anadolu çocuklarına ve halkına tanıt, ben onları severim, vaktiyle o diyarları da ziyaret etmiştim. Mevlana gibi bir talebem vardır.’ Diye seslenmesi.” (Muhiddin-i Arabi, Fütuhat-ı Mekkiye, Tercüme: Selahaddin Alpay, İstanbul – 1977, s: 6)
Yunus Emre’nin bu millete özel bir bölüm ayırması:
“Gayrıdır her milletten bu bizim milletimiz
Hiç dinde bulunmadı din ü diyanetimiz
Bu din ü diyanette yetmiş iki millete
Bu dünya ol ahrette ayrıdır ayatımız
Kimin sözün kim bile akıl ermez bu hale
Yarın anda bell’ola Müslüman Mürtedimiz
Yunus canın yenile kim dostluğun anıla
Aşk ile dinler isen bilesin kudretimiz”
(Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre, Hayatı ve Bütün Şiirleri, Altın Kitaplar, İstanbul – 1981, s: 270)
Mevlana hazretlerinin Türk’ü vasf etmesi:
“Ne mutlu o Türk’e, yani kamil insana ki, çekinmeden, korkmadan konuşmasına devam eder ve atını ateşle dolu hendekten sıçratıverir. Yani ölümü göze alarak çok tehlikeli bir iş olan hakikatleri söylemeyi başarır…. Kamil insan bir işte sebat edince, ayak direyince, yokluktan pişmanlık baş göstermez. Çünkü, Allah’ta fani olmuş, yokluk manasına ulaşmış bir velide pişmanlığın yeri yoktur.” (Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi, 3.- 4. cilt, Tercüme: Şefik Can, İstanbul – 1997, s: 286)
“Fakat her insanın evveli, iptidası (başlangıcı) şekildir, surettir. Ondan sonra can gelir, gönül gelir ki, o da, insanın iç yüzünün kemali ve güzelliğidir.
“Her meyvenin iptidası şekilden, suretten başkadır. Ondan sonra onun tadı, lezzeti gelir. Lezzet onun manasıdır.
“Önce çadır bulurlar, kurarlar da, sonra Türk’ü oraya misafir ederler.
“Ey Hakk Aşıkı, kendi maddi şeklini, suretini sen çadır, mananı da Türk olarak kabul et; yine mananı kaptan, şeklini de gemi olarak düşün!” (a. g. e. s: 56)
Bediüzzaman Said Nursi’nin “Türk”ü vasf etmesi:
“Efendiler! Ben, her şeyden evvel Müslümanım ve … (Şarkta) dünyaya geldim. Fakat Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış ve İslamiyet Orduları’nın en kahramanı TÜRKLER olduğundan, Meslek-i Kur’aniyem cihetiyle,
Her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsi hizmetimin muktezası (gereğidir)…. mevkuf (tevkif edilmiş) olan civanmerd ve muhterem Türk gençleri ve ihtiyarları içinde öyleleri var ki; onların bir tanesini, kendi milletimden yüz adama değiştirmem. İçinde öyleleri var ki; on sene bana zulüm eden memurlara, beş seneden beri onların hatırları için, zalimlere bedduayı bıraktım. Ve onların içinde öyleleri var ki; ali (yüksek) seciyelerin (ahlakın) en halis nümunelerini (örneklerini) o alicenab (yüksek ahlaklı) TÜRK arkadaşlarda kemal-i hayret (büyük bir hayret) ve takdirle gördüm ve Türk Milleti’nin sırr-ı tefevvukunu (üstünlük sırrını) onlarla anladım.” (Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayatı, Haz.: Hey’et, Envar Neşriyat, İstanbul – 1996, s: 228-229)
“Türkler hakkında sena-i Peygamberi muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş. Hadis var…. manası hakikat ve Türk Milleti’nin sena-i Peygamberiye mazhar olduğu hakikattir. Bir nümunesi Sultan Fatih hakkındaki hadistir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası II, İstanbul – 1996, s: 37-38)
İşte bütün bu vasıflar gösteriyor ki:
“Rahmet-i İlahiyye’den ümid kesilmez. Çünki: Cenab-ı Hakk, bin seneden beri Kur’anın hizmetinde istihdam ettiği (hizmet ettirdiği) ve ona bayraktar (önder) tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini muvakkat (geçici) arızalarla İnşallah perişan etmez (yani etmeyecek). Yine o nuru ışıklandırır (yani ışıklandıracak) ve vazifesini idame (devam) ettirir (yani ettirecek).” (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Envar Neşriyat, İstanbul – 1996, s: 327)