Fatih ve Patrikhane

85

29 Mayıs 1453 Salı günü, bir devletin imparatorluk yolunda ilk adımı attığı aynı zamanda 1000 yıllık uzun bir geçmişe sahip Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğunun tarihe karışmasıyla dünyanın seyrini değiştirip yepyeni bir çığır açan müstesna fetih günü.
Öyle bir gün ki, asırlarca önce: “İstanbul, elbette fetih olunacaktır. Onu fethedecek komutan ne şanlı komutan, fethedecek ordu ne şanlı ordudur.” diyen Hz. Muhammed’in sözleriyle müjdelenen bir bahtiyarlığa nail olma iştiyakını nefsinde duyanların elde edemediği fakat Tebşir’e daima kavuşmak emelini aklından çıkarmayan cihangir bir padişahın akıllara durgunluk veren önderliğinde kahraman Türk-İslam askerinin cansiperane hücumlarının gayretiyle ulaşılan bir zafer günü.
O kadar övülmeye değer vasıflarla müzeyyen ki, maddi faktörleri yanı sıra ulvi değerler at başı yürümüş.
Öyle göz kamaştırıcı bir nusret ki, yine Türk’ün cehdine ram olmuş. Her yönüyle düşündürücü o nispette de mantıki.
Her bakımdan adeta hudutsuz bir mevzu olması hasebiyle, “Fatih” ve “İstanbul’un Fethi” hakkında sayısız eserler yazılmıştır. Binaenaleyh bu konuda kalem oynatmak haddimin fevkindedir. Bununla beraber, böyle aziz bir günde bizleri dilhun eden bir hususu dilimin döndüğü kadar aydınlatmayı da bir vazife saydım. Gururla karışık iftihar duyduğumuz kahraman Fatih’imizin büyüklüğüne ve onun uzak görüşü icabı güttüğü siyasi politikayı anlamayarak ona dil uzatarak ruhunu azap içinde bırakmak isteyenler bir hayli yekun tutmaktadır.
Bilhassa “Kıbrıs Davası”nın en buhranlı anlarında bile milletçe alevden bir gömleği giymişken bazıları sathi düşüncelerinin zebunu olarak gafletle Fatih’e dil uzatmak küstahlığını irtikap etmişlerdir.
Bugünkü  -varsa-  aczimizin vebalini her türlü ithamdan münezzeh, emsalsiz bir kumandana atfetmek milli tarih şuurunun zihinlerde dumura uğratılmış oluşuna büyük bir delildir.
Tarihi olaylarda kıyas yoluyla bir tasnife gitmenin ve kesin netice çıkarmanın çok tehlikeli olduğunu ancak bunu büyük tarihçilerin o da cüretli bir tutumları muvacehesinde nitelerken şu veya bu kimselerin şuursuzca Fatih’i muaheze etmesi ne kadar acıdır.
Fener Patrikhanesi’nin içimizde yaşattığımız bir yılan olduğuna hepimiz müdrikiz. Ne var ki, bunun vebalini Fatih’e yüklemek pek hatalıdır. Çünkü tarihi bir olay kendi cereyan ettiği zamanın kıymet ölçüleriyle tartılır. Yine içinde bulunduğu zamanlardaki içtimai ve siyasi değerlerle, müspet menfi bir tutum içinde mütalaa edilir.
Efendim ithamları şu: Niçin Fatih Sultan Mehmet Patrikhaneyi ilga etmedi veya sınır dışına sürmedi? Böyle büyük bir gafleti nasıl yaptı v.b. töhmetlerle onu suçlamak!
O halde hep beraber Fatih’in kendi zamanındaki siyasi duruma ve onun tutumuna bir göz atalım: “Taht’a çıkar çıkmaz ilk işinin İstanbul fethi olacağı daha şehzadelik zamanından beri şayi olan Fatih’in cülusu Bizanslıları derin bir teessür ve hatta umumi bir dehşet içinde bırakmıştır.
İmparator Konstantin bu korkunç vaziyette Hıristiyanlık namına Papa Beşinci Nikola’dan alelusul imdat dilenmekten başka çare bulamamış ve hatta asırlardan beri birbirine düşman olan İstanbul ve Roma Kilisesi’nin birleştirilmesine bile razı olmuştur. Aslen Selanikli veyahut Moralı bir Rum olduğu rivayet edilen bu Kardinal İzidor büyük bir gemiye 200 İtalyan askeri doldurarak İstanbul’a gelmiş ve 12 Kanunuevvel 1452 Salı günü Ayasofya
kilisesinde imparatorla devlet erkanı da hazır bulunduğu halde büyük bir ayin yaparak Rum Patriki Grigorios Mommasla beraber Ortodoks ve Katolik mezheplerinin birleştirildiğini ilan etmiştir.
Mezheplerine vatanlarından çok fazla bağlı olan Bizanslılar İmparator’un bu fedakarlıklarını ‘küfür’ saymışlar ve İstanbul sokaklarında Türk sarığı görmeyi Kardinal şapkası görmeye tercih ettiklerinden bahse başlamışlardır. Hatta bu cereyanın başında Başvekil Lukas Notaras’la Patrik’in en şiddetli düşmanı sayılan meşhur Papas Gennadios Skholarios gibi halkın çok sevdiği mühim şahsiyetler vardır. Bu Skholarios’un mütemadiyen bozgunculuk ettiği rivayet edilir. Hatta Fatih’in adamı olmak ihtimali bile vardır. Fetihten sonra “Gennadios” ismiyle patriklik makamına getirilmiş olması bu ihtimali az çok teyit edebilecek bir delil bile sayılabilir.” (İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi Cilt:1, s: 240-241)
Fakat asıl konuya yaklaşmadan evvel, bazı hususları belirtmek, meselenin daha etraflıca ve deruni bir şekilde anlaşılmasına yol açacaktır. Bir defa her tarihi olayın pek çok sebepleri vardır. Bir milletin yarınlarını güven altında tutmak zarureti, üzerinde yaşadığı toprağın jeopolitik vaziyetine vakıf olmasına bağlıdır. Yine bir memleketin hayatiyetini idame ettirme isteği, çevresiyle ilişki ihdas etmek lüzumuna ve iktisadi bir görüşe istinat eder.
Komşu devletlerin kem nazarlarını mülayim bir hale çevirecek siyaseti de, dış politikasında şiar edinmesi zaruridir. Bunlardan birinin veya birkaçının işlemez hale gelmesi, başka bir deyimle devletin iktisadi, siyasi ve hatta içtimai çıkarlarının geçersiz hale düşmesi yahut yabancı bir devletin diğer bir devlet üzerindeki haklarına halel gelmesi, üstelik bunlara milletlerin hükmetme ve hakim olma duyguları da eklenince; bütün bu saydıklarımızdan birinin temayüz etmesi; tarihi bir olay için gerekli zemini hazırlamış demektir.
Hatırlarsınız ki, Fatih’e kadar Osmanlı Devleti diye bilinen bu devlet, İstanbul’un muhteşem bir hazırlık ve savaş ile Türkler’in eline geçişiyle, Fatih; “Karaların ve Denizlerin Hakimi”, “Diyar-ı Rum Padişahı” unvanlarıyla terviç olunmuştur. Ancak bundan sonra, küçük bir “Beylik” hüviyetini yitirmiş, “İmparatorluk” olmuştur. Bütün bu merhaleleri, Türk’ün fıtri seciye ve ahlakından, özellikle İslam’ın kendisinde zaten mevcut filizleri su yüzüne çıkarmasıyla elde etmiştir.
Hakim olma ve idare etme gibi ulvi bir seciye kabiliyetine fıtraten haiz olan Türk Milleti; elbette bunu idame ettirecek siyasi dehadan mahrum değildi. Nitekim: “Bu vaziyete göre İstanbul muhasara ve fethi esnasında Katolik ve Ortodoks ihtilafı ortadan kalkmış ve Şark Hıristiyanlığı Garp Kilisesi’nin hükmüne girmiş demektir.
Halbuki bu vaziyet bir taraftan İstanbul Rumları’nın dini temayüllerine, bir taraftan da Bizans’ı istihlaf eden Türk İmparatorluğu’nun harici siyasetine kat’iyyen uygun değildir. Fatih’e, camiye tahvil ettiği Ayasofya’da ilk Cuma Namazı’nı kıldığı gün yahut biraz sonra Katolik – Ortodoks birliğine karşı mücadeleleriyle meşhur olan Gennadios Skholarios’u tantana ve debdebe ile Patriklik makamına oturtuvermesi işte bundan dolayıdır. Tabii bu andan itibaren Ortodoks Kilisesi; Katolik kilisesinden tekrar ayrılıp eski istiklaline yeniden kavuşmuş ve netice itibariyle Şark Hıristiyanlığı Türk himayesi altında Garp Hıristiyanlığına karşı cephe almış demektir.
Her halde Fatih’in Hıristiyanlık Alemi’ni ikiye böldüğü ve bu suretle Ortodoks tebaasını Roma nüfuzundan ayırdığı muhakkaktır. Bilhassa Balkanlarda yapılacak fütuhat bakımından, o zaman bu tedbirin çok büyük bir ehemmiyeti vardır. Patrikhaneye verilen imtiyazların siyasi sebepleri işte bunlardır. Bu tedbir aynı zamanda Bizans Rumlarının yeni Türk idaresine ısınmasını da temin etmiş ve hatta evvelce Avrupa’ya kaçan bazı Rum ailelerinin avdetine bile sebep olmuştur.
-Gennadios Skholarios Patrikhane meclisi tarafından Patrik seçilmiş, intihap usulü dairesinde cereyan etmiş ve Fatih de bu intihabı tasdik etmiştir: Asıl adı ‘Yeorgiyos Kurtesis’ olduğu halde papazlık mesleğindeki ‘Gennadios’ ismiyle Patrik olan Skholarios Bizans İmparatorları devrindeki merasimle, padişahın huzuruna kabul edilmiş ve bir rivayete göre, Fatih kendisine murassa bir asa hediye edip pek çok teveccüh ve iltifat göstermiştir. Yeni Patrik’in Osmanlı teşrifatınca vezir payesinde sayıldığı ve hatta maiyetine muhafız şeklinde bir yeniçeri kıt’ası bile verilmiş olduğu rivayet edilir. Fatih’in Patrik Gennadios’u makamında ziyaret ettiği hakkında bile bir rivayet vardır.
Patrikhane’ye verilen imtiyazların en mühimleri aile hukukunda kaza salahiyetleriyle vergi ve haraçtan muafiyet gibi şeylerdir.- Fatih’in bu münasebetle Rum kilisesine bahşettiği imtiyazlar sonraları tenkit edilmişse de, bir çok Garp müellifleri bu tedbirin o zaman için siyasi bir zaruret olduğunda ve bu suretle Fatih Sultan Mehmet’in büyük bir basiret göstermiş bulunduğunda ittifak etmektedir: Sırpların Macarlara karşı gittikçe Türklere meyletmesi ve Mora kilisesinin bundan bir müddet sonra Osmanlı müdahalesini istemesi de, büyük Fatih’in bu siyasi tedbirinde ne kadar isabet etmiş olduğunu gösterir.
Gennadios gibi Katolik düşmanlarının İstanbul muhasarasında Türklere el altından yardım etmiş olmak ihtimali bile vardır. Mesela Ebu’s-Suut Efendi’nin ‘Mecmua-i Feteva’sındaki bir fetvadan anladığımıza göre İstanbul cebren fethedilirken bir takım Rumlar ‘el altından’ Fatih’le münasebette bulunmuşlar ve fetihten sonra işte bu hizmetlerine mükafat olarak kiliselerinin ipkasını temin etmişlerdir… Fatih Sultan Mehmet yeni bir Patrik gibi yeni bir Patrikhane de tayin etmiştir.” (a.g.e. s: 263 – 265)
İşte töhmetlerimize mihrak noktası olan hususun; aslında Türk’ün ihatalı bir görüş zaviyesine sahip olduğunu belirtmesi bakımından şayanı hayrettir.
Bugün bizlerin tenkitlerine hedef olan Fatih’in davranışı muazzam bir devletin gayelerini tahakkuk ettirerek, hem içte sükunu sağlamak hem de dışta tehditten uzak bir rahat cihat imkanı bulmak için takip ettiği bir siyaset icabından başka bir şey değildir.
Heyhat bizler, o büyük anlayış çerçevesinin ne kadar dışında kalmışız. Burada Türk’ün kendine has olan insan hayatına verdiği değeri ve mecbur olmadıkça savaştan kaçınmayı, hele gayenin her şeyden evvel sulh ile hallini istemesi, sulh yoluyla temin ettiği başarıyı karşı taraf sadık kaldıkça ihlal etmemek gibi üstün evsafı, nazarlarımızdan kaçmasın.
Fatih Sultan Mehmet aynı umdelere sadık kalarak büyük bir siyasi görüş eseri olarak Patrikhane’ye ve Rumlara karşı gösterdiği bu hareket tarzı; Türk’ün hüsnüniyetinin bir ifadesiyse de, haddizatında asıl gayesinin üzerinde yükseldiği bir temel taşıdır. Görülüyor ki, Patrikhane artık Osmanlı Devleti’nin içinde ve onun himayesinde kendine buyruk bir halde her türlü içtimai tasarrufa sahip kılınmıştı.
Patrikhane’ye bu müsamahayı verişimiz, ondan asla korktuğumuzdan veya çekindiğimizden değil. Bilakis, kötü muameleye duçar olan bir Patriğin dışarıda yer altı faaliyetlerinde bulunmasını önlemek. Kendisine tabi olan Hıristiyan halkın din duygularını istismar etmesine engel olmak. Osmanlı Devleti’ni istemediği bir kuvvet kullanmasına sebebiyet vererek; huzursuzluk çıkarmak gibi faktörleri izale etmek istemesinden ötürüdür. Yoksa Osmanlı Devleti hasmını sindirecek güç ve kuvvete sahipti. Ne var ki, bu cebri tutum; onun cihan-şümul insaniyet anlayışına da zıttı.
Onlar, cihangirliklerini; milletleri sömürmek ve yok etmek için değil, egemenlikleri altına aldıkları milletlere dillerinde, dinlerinde, örf ve adetlerinde tam bir müsamaha ve tolerans göstermek. Adil bir idare altında yaşayan insanların karşılarında daima görecekleri bir İslami yaşayışı gözler önüne sermek. Böylece, ancak kendi arzularıyla İslam ile şereflenmelerine vesile olmaktı.
Ayrı bir özellik de şudur. Osmanlı Padişahı; düşmanlarını karşısında daima bölük pörçük görmek istemiştir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu bütün zaferlerini, silah gücünün yanı sıra siyasi buluşlarıyla da perçinlemiştir.
Osmanlıların hışmına uğrayarak kin ve gayz içinde kıvranan Patriğin ne kadar araları açık olsa da, Katolik erbap ile kafa kafaya vererek, tekrar “Haçlı Seferleri” tertip etmeyecekleri olmayacak bir şey değildi. Bunun neticesi Osmanlı Devleti ortadan kalkmayacaksa da, ağır sadmelere maruz kalması bir tarafa, devamlı bir tehdidin de eksilmeyeceği hatırdan uzak tutulmayacak hususlardandır.
Bütün bunları düşünen Fatih, Patrikhane’yi himayesine almış olmakla; kendi buyruğu altında olan milletlerin hariçten kışkırtılmasına da meydan vermemiş oluyordu.
Yine de “İstanbul’un fethinden biraz evvel birleştirilmiş olan Şark ve Garp kiliseleri ittihadının fetihten sonra Fatih tarafından bozulup İstanbul Ortodoks Patrikliğinin eski istiklaliyle diriltilmesini tanımak istemeyen Papa Üçüncü Calixtus kendi yeğenlerinden Kardinal Ludovico’yu Şark Patrikliğine tayin etmiş ve bir donanmayla Adalar denizine göndermiştir” (a.g.e. s: 282)
Demek ki, haksız tenkitlerimize hedef ittihaz ettiğimiz Fatih’in bu siyasi tutumunun; Katolik Avrupası’nca yukarıda belirttiğimiz gibi, sert bir tepkiyle karşılanması; Fatih’in engin siyasi görüşünün isabetliliğine, en büyük bir delildir.

Önceki İçerikUyuşturucu Maddeler ve Gençlik
Sonraki İçerikBöyle Çılgınlık Olmaz
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.