Fatih ve Fetih

92

Fatih Sultan Mehmet gibi, bir cihan hükümdarını ve hala tesirini yürüten bir fetih hadisesini anlatmak gerçekten zor. Sadece Fatih ve Feth’in bazı hususiyetlerine temas ederek, o hadiseden bugüne bir nükte, bir ışık tutmaya çalışacağız. Çünkü Fatih ve Fetih, İslam ve Hıristiyan Alemi’nin her hususta büyüklüğü hakkında müşterek duygu ve düşünceye vardıkları ve üzerinde kesin olarak birleştikleri tek hükümdar ve tek fetihtir.

Fatih ve Fetih’in Kur’an-ı Kerim’e bakan yönü var: Kur’an’ın Sebe suresi on beşinci ayetinde “Belde-i Tayyibe” tabiri geçer. Bu ifadenin ebcet hesabiyle rakam değeri 857’dir. Bu ise İstanbul fethinin Hicri tarihini göstermektedir. Mezkur tabirde, İstanbul’un İslam Alemi’nin ser-haddi olacağına ve bunu gerçekleştireceklerin Allah katındaki makbuliyetine ve İslam hakimiyetinin, İstanbul’un fethinden geçtiğine imalar, işaretler vardır.

Hakikaten ancak fetihten sonradır ki, Osmanlı Devleti, sağlam bir yere basabilmiş. İslam fütuhatlarına İstanbul’un her iki yönünden emin adımlarla yürüyebilmiştir. Zaten İstanbul’un fethine “Feth-i Mübin” denilmesi de bu ince nükteden dolayı olsa gerek.

Fatih ve Feth’in Hz. Peygamber’e bakan yönü var: Hz. Muhammed, İstanbul fatihini ve fethi başaracak orduyu, saadetle muştulamıştı. Resul-i Ekrem ta on dört asır önceden, İstanbul’un muhakkak fethedileceğini müjdelemiş ve haber vermişti. İstanbul’u fethedecek kumandan ve onun şanlı askerinden nasıl sitayişle bahsettiği ve O ne güzel emir ve O ne güzel asker dediğini hepimiz biliriz.

Allah’ın bildirmesiyle gaybı bilen Resul-i Müçteba, ayet-i kerimenin doğrultusunda İstanbul’un İslam tarihindeki stratejik değerine dikkati çekmiş ve buna muvaffak olacakları tebcil ve tahsin etmiştir. Çünkü Nübüvvet gözüyle biliyordu ki, dünya tek bir yerden idare edilecekse bu, taht şehri ancak dünya cenneti sayılan İstanbul olmak şartiyle gerçekleşebilirdi. Nitekim İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı, ancak bu şekilde yüksek bir prestij ve cihan-şümul bir mana kazanabilmiştir.

Fatih ve Feth’in, Fatih’in doğumuna bakan yönü var: Çünkü kainatta tesadüf yok tevafuk vardır. Her hadise, ezeli takdirin kazasından yani plan ve programın zamanı gelince uygulanmasından, tatbik mevkiine konmasından başka bir şey değildir. İşte Fatih’in doğumu da, istikbale ayine olan düşündürücü bir tevafuk / bilinçli bir rastlantı sırasında vuku bulmuştur.

Nitekim, 30 Mart 1432 sabahı, İkinci Murat Han, sabah namazını kılmış Kur’an-ı Kerim okuyordu. Muhammed suresini bitirmek Fetih suresine başlamak üzereydi ki, bir oğlu olduğunu müjdelediler. Bunun üzerine Murat Han’ın dudaklarından gayri ihtiyari şu veciz cümle döküldü:

“Ravza-i Murat’da bir gül-i Muhammedi açtı.”

Yani Murat’ın bahçesinde Muhammed’e mensup bir gül açtı. Sonra bahtiyar baba, kutlu çocuğun kulağına Tekbir ve Ezan-ı Muhammedi’yi okudu. Ve yine kulağına üç kere “Mehmet” diye seslenerek adını koydu. Mutlu doğumun her tarafa duyurulmasını bildirdi.

Fatih ve Feth’in Hz. Mevlana’ya ve Mevleviliğe bakan yönü var: Fatih de  -padişahların çoğu gibi-  Mevleviliğe intisap etmiştir. Bu intisap, O’nun ulema ve urefaya başta Akşemsettin ve Molla Gürani olmak üzere teslimiyetini sağlamış. Onların irşat ve ikazları sayesinde Sırat-ı Müstakim’de tökezlemeden yol alabilmiştir.

Malum olduğu üzere müritlik, tam bir teslimiyetten geçer. Fatih’in teslimiyeti ise öyle bir

raddeye ulaşmıştı ki, uhdesindeki cihan saltanatını elinin tersiyle itecek ve Akşemsettin’e tam bir bağlanışla dünyaya tamamen sırt çevirecek bir mahiyet almış ve bu samimi isteğini Akşemsettin’e açmaktan kendini alamamıştır.

Fakat o büyük mürşit, Fatih’in kendisine derviş olmak isteğini geri çevirir ve:  “Bu dünya işlerini düzene koymak için, sizin gibi bir zata cihanın ihtiyacı var.”  Diyerek bakış açısının büyüklüğünü bir defa daha ortaya koyar. Cihanın kaybı bahasına bir mürit kazanmayı uygun görmez.

Fatih ve Feth’in, Fatih’in hocalarına bakan yönü var: Çünkü, zemin ve esbap elbirliği etmiş, geçmiş ve gelecek asırların en büyüğüne, yarışırcasına imkan hazırlanıyordu. Bu hazırlayıcılardan biri de Fatih’in karşılaştığı müstesna hocalar silsilesidir. Fatih, başta Şemsettin Ahmet Molla Gürani ve Mehmet Akşemsettin gibi en kıymetli hocalardan ve bunlar gibi daha birçok seçkin alimlerin rahle-i tedrisinden geçmek saadetine mazhar olmuş ve hatta Bizanslı ve İtalyan bilginlerinden faydalanmış, her birinden ayrı ayrı feyiz-yab olmuştur.

Fatih’in fıtri kabiliyet ve istidadı ise bu alimlerden daha fazla istifade imkanını kendisine bahşetmiştir. Akşemsettin’in ayrıca İstanbul’un Manevi Fatihi sayılması, Fatih’in nasıl zü’l-cenaheyn bir hocanın elinde kıvamını bulduğunu müşahhas olarak gösterir.

Fatih ve Feth’in İslam’a bakan yönü var: Fatih, İslamı çok iyi anlamış; İla-yı Kelimetullah’ı gaye edinmiş, bütün dünyayı İslam çatısı altında cem ederek Müslümanları bir sancak, bütün insanları bir bayrak altında toplamak istemiş. Nitekim, İtalya’ya bu maksatla yönelmiş. Fakat bunu fark eden düşman, Fatih’i zehirleterek yüksek İslami ve İnsani emellerine set çekmiştir.

Fatih, gayesine tam bir İslam şuur ve metodu çerçevesinde ulaşmak istiyordu. Bunun içindir ki, Fatih’in hareket ve tarzında, İslam ruhunun şekillenmiş halini görüyoruz. Hz. Peygamber’in Mekke’yi fethinde Kureyşlilere söylediği ne ise, Hz. Ömer’in Kudüs’ün fethinde halka dedikleri ne ise, Tarık b. Ziyad’ın Endülüs fethinde dehşet içinde titreyen İspanya Hıristiyanlarına karşı sarf ettiği ferahlatıcı, huzur ve hayat verici sözler ne ise, Fatih’in de İstanbul’un fethinden dolayı Ayasofya’ya korku içinde sığınarak bir kurtarıcı bekleyen insanlara söyledikleri hep aynı İslami umdeler ve aynı İslami ruhun tezahüründen başka bir şey değildi.

Zaman, zemin ve insanlar farklı ama tek bir şey aynıydı. İslam ruhu ve Hz. Peygamber’in örnek alınması. İşte misali:

Fatih, 28 – 29 Mayıs gecesi, ateşler yaktırdı. Ordu hep birden  “Tekbir”  getirdi. Kara ve denizden saçılan ışıklar, bütün İstanbul’u aydınlatıyordu. Fatih, elbette, Mekke fethini biliyordu. Bu hareketiyle düşmana dehşet ve korku saçarak kuva-yı maneviyelerini kırmak, böylece daha fazla kan dökülmesine meydan vermeden teslim olmalarını sağlamak istiyordu.

Çünkü bu örneği, müjdesine mazhar olduğu Peygamberinden almıştı. Biliyordu ki, Mekke’nin kuşatılmasında bu yola başvuran Hz. Muhammed, Kureyş’e korku salıp, kansız bir şekilde fethi gerçekleştirmişti.

Yine Fatih Sultan Mehmet de, öğle üzeri Topkapı’dan şehre girmiş. Ezan ve Tekbir sesleri arasında Ayasofya’ya gelmiş. Mabet’te ağlayanlara susmalarını işaret ederek Patrik’e karşı artık hayatları ve hürriyetleri hakkında korkacak bir durum olmadığını söylemişti.

Yine Fatih’in İslamı tam manasiyle anladığını aşağıdaki cevabı ne güzel belirtir. Bilindiği gibi, İstanbul’u fetheden Fatih, Hıristiyanlara mezhep hürriyeti vermiş, Rum patrikliğini yerinde bırakmıştı. O esnada dinde aşırıya varanlardan bazıları: “İslamiyet bu derece kuvvet ve ulviyet bulmuşken Hıristiyanlara: ‘Ya İslam olunuz veyahut kılıçtan geçersiniz!’ deyip de işi tamamlamamak nasıl caiz görülür?” diye itiraz etmişlerdi. Fatih, bu itirazı duyunca:

“İslam dinini Hz. Allah’tan ziyade himaye etmek iddiasında bulunmak ne büyük vazifesizliktir.” Cevabiyle reddeylemiştir ki, filhakika pek doğru bir redd – i şahanedir.

Hal böyleyken, bugün bile Fatih’in bu davranışını şahsi bir hatt-ı hareket tarzı sanıyor. Bugünkü aczimizin sebebini kendimizde aramamız gerekirken, Fatih’in o gün Patrikhane’yi yerinde bırakmasında buluyor ve kendimizi temize çıkarmak istiyoruz. Halbuki Fatih, İslami bir davranışta bulunurken, ayrıca Osmanlı Devleti’nin karşısına, Hıristiyan Alemi’nin yekvücut bir şekilde çıkmasını da önleyerek; devlet ve millete Salip karşısında rahat bir nefes almak imkanını da bahşetmiş oluyordu.

İslamı tam olarak anladığına başka bir misal: Ortodoks Sırp kralı Brankoviç, ülkesinin er geç Katolik Macarlar veya Müslüman Osmanlılardan birinin eline düşeceğini anlayınca Fatih’e ve Macar kralı Hünyad’a başvurarak, Sırbistan’ı ele geçirdikleri takdirde Sırblıların mezhepleri hakkında ne düşündüklerini sordu.

Hünyad, Sırbistandaki Ortodoks Kiliselerini yıktıracağını ve yerlerine Katolik Kiliseler yaptıracağını söylerken, Fatih ise, her caminin yanına bir Ortodoks Kilisesi yapılmasına, herkesin kendi dinine göre ibadet etmesine müsaade edeceği şeklinde cevap verdi. Çünkü Fatih hazretleri biliyordu ki, İslam; tehdit değil tekliftir. “La ikrahe fi’d-din.” Yani dinde zorlama yoktur. İslam, akla kapı açıyor, fakat ihtiyarı elden almıyordu.

Yoksa  -hele o zamanın şartlarında-  her zaman ordu sevk edilmesi mümkün olmayan yerlerde, kalelere yerleştirilen birkaç bin yeniçeriyle hakimiyet sağlanabilir miydi?

Yine Fatih’in ne Dünyayı Ahirete, ne de Ahireti Dünyaya feda etmeyen İslam anlayış tarzına güzel bir örnek: Fatih, Cuma günü Edirnekapı’dan şehre girmiş ilerlerken, dervişin biri atının dizginlerinden tutarak, İstanbul’u almakla mağrur olmamasını, çünkü fethi dervişlerin duaları sayesinde gerçekleştirdiğini söyler.

Bunun üzerine Fatih, kılıcın da hakkını inkar etmemek gerektiğini belirtir. Ve şu hayat-bahş sözleri söyler: “Din ve dua bir top ise, kılıç; bu toptan fırlayarak surları ve Bizans mukavemetini kıran mermidir. Duayı bırakanlar, öbür dünya Cehenneminde yanacaksa, kılıcı bırakanlar da bu dünya Cehenneminde yanacaklardır. Yazık kılıcı bırakanlara.”

Fatih ve Feth’in İslam fetihlerine bakan yönü var: Millet-i İslamiye bir memleketi fethedince veya yeniden aldıklarında önce bir cami-i şerif ile yanına bir mektep yapmak her zamanki adetlerindendi. Fetih alameti olarak da -varsa- en büyük kiliseyi camiye çevirirlerdi.         

İşte Ayasofya’yı da Fatih, fetih sembolü olarak camiye çevirmiş, vakfiyesinde ise şu satırlara yer vermiştir:

“Dünya durdukça benim bu camim, cami olarak kalacaktır. O’nu camilikten çıkaracaklar Allah’ın, meleklerin ve insanların lanetine uğrasınlar. Onlar hiçbir zaman hafiflemeyen azap içinde bulunsunlar. Yüzlerine bakan ve kendilerine şefaat eden hiç kimse bulunmasın.”

Fatih ve Feth’in Haçlı Seferlerine bakan yönü var: XIV. Asrın yarısında Osmanlıların Rumeli’de iyice tutunmaya başlaması Avrupa’yı tedirgin etmiş, buna İstanbul’un fethi eklenince Haçlı Ruhu yeniden ve bütün canlılığıyla dirilmişti. Avrupa Osmanlı’ya karşı uzun bir mücadele devri açtıysa da, netice hep Avrupa aleyhine tecelli etti.

İstanbul’un fethiyle, o büyük yenilgiyi ve daha sonraki yenilgilerle I.Dünya Savaşı’na kadar kin ve gayz içinde kabaran Avrupa, I. Cihan harbi’nin sonunda ve yedi yüz yıldan beri ilk defa Anadolu’yu istila etmek fırsatını yakalamış ve İslam’ın on asırlık ser-haddi olduğu için, asırların kinini bir defada vatanın harim-i ismetine hayasızca kusmuştu. Nitekim bu hususta başı çeken İngiliz Mareşali Lord Allenby, Kudüs’ü Osmanlılardan aldığı zaman Haçlı Ruhunu halen taşıdıklarını gösteren: “Bugün Haçlı Seferleri zaferle sona ermiştir.” Tarihi cümlesini sarf etmekten kendini alamamıştır.

Fatih ve Feth’in adalete bakan yönü var: “El-adlü esasü’l-mülk.” Yani Adalet, mülkün temelidir. Bir devlet küfürden değil, zulümden yıkılır. İslam’da ise hak haktır. Hakkın

küçüğü büyüğü olmaz. Hakkın hatırı yüksektir. Hiçbir hatıra feda edilmez. Fatih, İslam’ın adaletini tatbik eden bir hükümdar olduğu ve bunu cümle alem bildiği için, İstanbul’u fiilen fethetmeden önce İstanbul’u manen fethetmişti zaten.

İnsanlar inandıkları davalar için yaşarlar. Daha doğrusu yaşamalarının bir manası varsa, o da inançlarını tatbik edecek zaman ve zemini bulmaları ve bunu muhafaza etmek istemeleridir. Bizans’ın bizzat kendisi, kendi halkının din ve vicdan hürriyetini elinden almış, istemedikleri bir mecrada akıtmak istemişti. İşte o zaman Bizanslılar, Kardinal şapkası yerine Osmanlı sarığını tercih ettiklerini söyleyerek, Fatih’in İstanbul’u manen fethini gerçekleştirmişlerdi.

 

Çünkü kalpleri fethedilen insanların ülkelerini almak artık mesele olmaktan çıkar. Dikkat edersek, günümüzde, maddi harbin galibi olmadığını idrak eden devletler, ülkeleri almaktan ziyade o memleket insanlarının kafalarını fikirleriyle işgal ederek, sessiz sedasız, sadece ülkeyi değil, insanlarını da kendi emel ve gayeleri doğrultusunda, dolaylı bir şekilde sömürme yolunu tercih etmektedirler.

Şimdi Fatih’in diyarında Fatih’in Kadı’sının adaletini görelim: Konyalı bir tüccar, Venedikli birine kumaş siparişi verir. Fakat gemi batar. Parasını alamayan Venedikli tacir, Konya Kadı’sına başvurur. Kadı, Venedik tacirinin siparişi yerine getirdiğini geminin batmasından ise mesul tutulamayacağını, binaenaleyh Konyalı tüccarın kumaşların parasını ödemesi gerektiği şeklinde kararını açıklar. İtalyalı tacir adaletin tecellisi karşısında, kendilerinin de ticaret kanunları olduğunu, fakat hiçbir Venedikli Hakim’in  -haklı da olsa-  bir Müslüman’ı bir Hıristiyan karşısında haklı çıkarmasının mümkün olmadığını söyleyerek Kelime-i Şehadet getirir.

Yine Fatih camisi yapılırken, Rum usta İpsilanti’nin cami sütunlarını kısa kestiğini gören Fatih Sultan Mehmet, işin iç yüzünü araştırmadan ustanın sağ elini kestirdi. İpsilanti usta tazminat talebiyle padişahı dava etti.

İstanbul kadısı Sarı Hızır Efendi, davacı İpsilanti ustayı içeri alıp ayakta durdurdu. Sonra davalı olan Fatih’i çağırdı. Fatih, suçlu sedirine kendiliğinden oturunca Kadı Hızır Efendi, davacı ayaktayken davalının oturmasının doğru olmadığını söyleyerek Fatih’i de ayağa kaldırdı. Neticede Kadı  “Kısasa Kısas”  olarak padişahın da sağ elinin kesilmesini kararlaştırdı.

Fakat davacıya, kısas için değil tazminat için Kadı’ya müracaat ettiği hatırlatılarak, davadan vazgeçmesi istendi ve Rum usta bu hususta ikna edildi. Böylece İpsilanti Usta, kendisine ve çocuklarına yetecek kadar tazminat karşılığında kısastan vazgeçti.

Adalet bu şekilde tecelli ederken, madalyonun arkasında ikinci bir adalet daha bütün haşmetiyle kendini gösteriyordu. Mahkemeden sonra Fatih, tekrar Kadı’nın huzuruna girer ve: “Şayet ben padişahım diye bana iltimas etmeye kalksaydın başını uçuracaktım!” deyince, bu sefer Kadı da, “Sen de, Padişahım diye kararlarıma muhalefet etseydin, ben de seni hançerleyecektim.” Şeklinde ibretamiz bir cevapta bulunur.

Fatih ve Feth’in gaza ruhuna bakan yönü var: Fatih, coşkun bir gaza ruhuna sahiptir. Bu uğurda hiçbir cefa ve fedakarlıktan çekinmez. Nitekim, 1461 Trabzon seferinde sarp ve kayalık dağları aşmak için atından inip geminden tutmak zorunda kalarak yaya bir şekilde tırmanışını sürdürürken Sara Hatun: “Oğul der, bir Trabzon bu kadar zahmete değer mi?” Fatih: “İslam’ın kılıcı şimdi benim elimdedir. Bu zahmet İslam yolundadır. Buna katlanmazsam, bize gazi demek yalan olur.” der.

Fatih ve Feth’in ilme bakan yönü var: Fatih’te ilim, Fetih’te teknik yani Fatih’te mana, Fetih’te madde at başı gitmiş, büyük netice ancak bu şekilde gerçekleşebilmiştir.

İla-yı Kelimetu’llah’ı ser- taç etmiş olan Fatih, İslam’ın bir tek şeye tahammülü olmadığını çok iyi idrak etmişti: İlimsizlik ve cehalet.

Bu bakımdan Fatih, fetihten önce de, fetihten sonra da ilme müdavim olmuştur. Ki, gerçekten hükümdarlarda nadir görülen bir haslettir.

Bugün de dünya hakimiyeti, ilimde başı çekmekten geçtiğini müşahhas olarak görmüyor muyuz?

Fatih ve Feth’in devlet adamlığına bakan yönü var: Devlet biraz da sır demektir. Fatih,

“Devlet Adamlığı” vasıflarının başında gelen gizlilik ve sır tutmanın ehemmiyetini çok iyi anlamıştı.

Nitekim, ordu günlerce yol alırdı da, kimse seferin nereye yapılacağını bilmezdi. Bir defasında Kadı’lardan biri, seferin ne tarafa olduğunu öğrenmek isteyince Fatih, kızgın bir şekilde: “Sakalımın tellerinden biri, yapmak istediğimi bilseydi, onu hemen koparırdım.” diye karşılık vermiştir.

Fatih ve Feth’in liyakata bakan yönü var: Fatih, Fatih camii civarında Sahn-ı Seman denen sekiz medrese yaptırmış, fakat bir odasının kendisine ayrılması isteği reddedilmişti. Çünkü dediler, bir odaya sahip olabilmen için, ya müderris yahut da danişment olman gerek. Ne yapması lazım geldiğini sorunca da: “Bir imtihandan geçip, danişmentlik hakkını kazanmanız lazım.” dediler. Ve Fatih, bunu tabii karşıladı. Eski isteğinde ısrar etmedi.

Fatih ve Feth’in millete bakan yönü var: Fatih millete, millet Fatih’e layıktı. İnsanlar layık oldukları tarzda idare edilirler. İşte Fatih’e sahip bir milletin birbirlerine bakış tarzı:

Fatih devrinin vatandaşları kendilerini değil, milleti düşünürlerdi. Millete hizmeti gaye edinmişlerdi. Ücrete değil, hizmete taliptiler.

Nitekim, Fatih, bir gün tebdil-i kıyafet edip dolaşırken akşam ezanı okunmuştu. Unkapanı kapısına geldiğinde, kale kapısı kapanmıştı. Kapıcı Sinan Çelebi, Fatih kendini tanıtıncaya kadar kapıyı açmaz. Sinan Çelebi’nin bu vazife-şinaslığı Fatih’in çok hoşuna gider ve ne dilerse vereceğini söyler. Sinan Çelebi ise, Fatih’ten sadece adına bir cami yaptırmasını ister.  Ve tabi cami yapılır.

Yine bir gün Fatih, tebdil-i kıyafet ederek çarşıya çıkar. Bir dükkandan yağ, bal ve peynir almak ister. Bakkal yağı verdikten sonra, diğerlerini komşu bakkaldan almasını çünkü onun henüz siftah etmediğini söyler.

Padişah ikinci dükkandan da balını alınca, dükkancı diğer alacağını komşu dükkandan almasını çünkü onun henüz siftah etmediğini söyler.

Fatih Sultan Mehmet, halkın: “Kişi kendisine istediğini başkası için de istemek gerektiği.” Yolundaki Peygamber buyruğunu tatbik ettiğini görünce: “Bu milletteki bu ahlaki istikamet yok mu, ona dünyalar fethettirir.” Demekten kendini alamaz. İşte Fatih, kökleri fazilet suyuyla sulanan böyle bir ağacın meyvasıdır.

Fatih ve Feth’in Hz. Yusuf’a bakan yönü var: Hz. Yusuf pek çok badirelerden, felaket ve musibetlerden geçerek Mısır Aziz’i olmuş, annesine, babasına ve kardeşlerine kavuşmuş. Artık bütün Mısır’a hakim ve her istediğine erişmişti. Sanki Cennet hayatı yaşıyordu. Fakat O, refah ve saadetin zirvesindeyken: “Aslında Dünya Hayatı, tevil ve tabiri sonradan gerçekleşecek bir rüya gibidir.”  Diyerek Allah’tan kendisini Müslüman olarak vefat ettirmesini istedi. Çünkü biliyordu ki, lezzetin zevali elem doğuruyordu. Sonu olmayan bir nimet, nimet değildi. Asıl hayat ise, ebedi olan Ahiret hayatıydı.

Şüphesiz bu isteyişte dinleyenlere elem ve teessüf değil, bilakis bir müjde vardı. Demek istiyordu ki, kabrin arkası için çalışınız. Hakiki saadet ve lezzet oradadır.

Hz. Yusuf, Allah’tan imanlı bir ölüm isterken, dünyanın en parlak ve en sevinçli halleri bile, kendisine gaflet vermediğini ve onu meftun edemediğini ve Ahiret saadeti yanında bütün dünya nimetlerinin sönük kaldığını bizlere ders vererek bu dünyadan göçmek istiyordu. Nitekim, bu halis niyetini Allah kabul etti.

İşte Fatih hazretleri de, aynen Hz. Yusuf’un Mısır’a sahip olduğunda ölümü temenni etmesi gibi, aynı hissiyata malik olduğunu bizlere aşağıdaki beytiyle ispat etmiştir.

İstanbul’u fethettiği gün Kayser’in sarayını ziyaret etmiş ve ilk sahibinin akıbetini ve dünyanın vefasızlığını düşünüp:

“Perdedari mikoned ber Kasr-ı Kayser-i Ankebut

Yevm-i nevbet mizened ber künbed-i Efrasyab.”

Beytini söyleyerek, yüksek nazarını göstermiştir. Yani:

“Kayser’in kasrında örümcek perdedarlık yapıyor,

Efrasyab’ın künbetinde de nöbet günü çalıyor.”

Demek istiyordu ki: “Bu sarayda benden önce başkası vardı. Ben de başkası için, bir gün gelecek, başkası olacağım. Öyleyse aldanmaya mahal yok.” Diyerek asıl nazarını Ahiret saadetine çevirdiğini Yusufvari dile getirmişti.

Fatih ve Feth’in Fatih’in şahsiyetine bakan yönü var: İstanbul’un fethine muvaffakıyetinden dolayı “Fatih” unvanını kazanmıştır. Dirayet, cesaret, şecaat, metanet, faaliyet itibariyle yalnız Osmanlı padişahlarının değil bütün cihan hükümdarlarının dahi birincilerinden en ileri gelenlerinden biridir.

Bir tarihçinin dediği gibi: “Kişver-küşalıkta yani ülkeler fethetmekte ibka eyledikleri nam ve unvan mertebesinde siyasette de bir şöhret sahibiydi.”

Fatih Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca, Latince, İbranice okur-yazardı. Her çeşit ilimden nasibi vardı. “Avni” mahlasiyle şiir de söylerdi. Ulemaya ve şairlere son derece riayette bulunurdu. Öyle ki, kendisine bir kaside takdim eden bir Latin şairini pek ziyade takdir ve tahsin ederek hediye makamında, esaret altında bulunan bir çok Latin esirlerini serbest bırakmıştır. Rum ve İtalyan sanat erbabına da fevkalade iltifat eylediği vesikalarla sabittir.

Hatta alimlere bu rağbetin bir neticesi olarak, İslam beldelerinin her tarafından İstanbul’a bir çok alim ve fazıl zatlar gelmiş ve Osmanlı Maarifi bu sayede büyük merhale kazanmıştır. Fatih, yalnız İslam alim ve kumandanlarına değil, meziyet erbabından olmak şartiyle yabancılara da fevkalade itibar eylerdi. Batı tarihçilerince de itiraf edildiği gibi, İstanbul’un fethini müteakip imparatorun başvekili Grandük Notaras’ı huzuruna celp ile büyük iltifatta bulunmuş ve ertesi günü ziyaretini iade kabilinden hanesine gitmiştir.

Kısaca Fatih, Osmanlı hükümdarlarının içinde; kumandanlıkta, devlet ve siyaset adamlığında ve ilimde en başta gelenlerden biridir.           

       

  

            

 

 

 

 

 

 

Önceki İçerik19 Mayıs Gençlik ve Sorunları
Sonraki İçerikAllah Temizleri Sever
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.