Farklılıklarla Yaşama Dersi: 3

105

 

İşte cevabım:

İnsanların tutum ve algılarını şekillendiren değerlerin pek çoğunun temelinde “din” yatar. Çünkü din hayata dair bir bakış açısı verir. Dolayısıyla insana dair de bir bakış açısı verir, zira insanı tanımlar. Bu nedenle farklılıkların nasıl algılanması gerektiğine dair değerlerimizde de dinimizin önemli bir rolü vardır.

Neden mi?

İslam dini farklılıkları Allah’ın birer ayeti olarak vurgular: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, en takvalı olanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat, 13)

Ayet-i kerimenin de vurguladığı üzere farklılıklar Cenab-ı Hak’kın takdiriyle, tanışıp kaynaşma vesilesi olmak üzere yaratılmıştır. Yani farklılıklar tabiatları itibariyle birer tehdit unsuru değil, bu dünyanın olması gereken birer gerçeğidir.

O nedenle farklılıklar çatışma vesilesi değil, iyiye ve en güzele, ayette vurgulandığı üzere “takva”ya ulaşma doğrultusunda bütünleşme vesilesi olmalıdır. “Ben” olarak başarabileceklerimizin yanında “biz” olarak başarabileceklerimizi ve hayatta “biz” olarak varolmanın gücünü anlamamızı sağlamalıdır.

Peki biz bunu başarmış mıyız?

Bana göre evet. Milletimizin bu kaideyi çok iyi anlayıp hayata geçirdiğini, bu nedenle de farklılıklara karşı “biz” olma şuuruyla yaklaştığını tarihi gerçeklerden hareketle söyleyebiliriz.

Zira biz “ötekileştirme” kavramını Batı’dan ithal ederek tartışıyoruz. Bizim kavramsal mirasımızda böyle bir anlayış söz konusu değildir.

Öyle olsa idi, birçok milletle en az bin yıldır bir bütün oluşturmamız söz konusu olur muydu?

Bugün “ötekileştirildiklerini” iddia eden bazı kardeşlerimizle, bırakın bir arada yaşamayı veya başbakan, cumhurbaşkanı seçmeyi, aile kurmamız mümkün olur muydu? Sosyolojik olarak bunun bir örneği var mıdır?

İsteyenler ders verenlere sorabilir…

İslam dini açısından farklılıklara karşı tutumlarımızı belirleyen bir diğer önemli ilke de dinde zorlama olmamasıdır (Bakara, 256).

İnsanların en sert mücadele verdikleri ve çoğu zaman tahammülsüz oldukları alanlardan birinin, hatta belki de en önemli alanın din olduğu düşünülürse, bu ilkenin ortaya koyduğu metodun önemi de daha iyi anlaşılır. Zira, bir Müslüman ancak tebliğ edebilir (En’am, 107). İnanması için kimseyi zorlayamaz.

Dolayısıyla farklı görüşlere dair de tutum ve davranışlarını bu ilkeden hareketle şekillendirmek durumundadır. Burada kastedilen, doğru bilinenin anlatılması ve “doğru” diye nitelenmesinden kaçılması değildir.

Ancak bunu yaparken Kur’an-ı Kerim’de buyrulduğu üzere, haddin aşılması ve adaletin ve dolayısıyla hakların ihlal edilmesi kabul edilemez: “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Maide, 8)

Bu nedenle savaşırken dahi “amaca ulaşmak için her yol mübah” olamaz. Öyle olmadığı için de hakimiyet kurmak adına mesela “suçiçeği hastalığı”nı yayamazsınız. Nitekim daha önce ifade ettiğimiz üzere, tarihimizde bu tip mücadele örnekleri var mıdır? Osmanlı’nın çekilmek zorunda kaldığı yerlerde kurulan devletlerin sayısını bir düşünün…

Netice itibariyle bizler farklılıklarla belki var olduğumuzdan bu yana yaşayan, bahsettiğimiz ilkeler doğrultusunda da bu farklılıklardan bir bütünlük meydana getirmeyi başarmış bir milletiz. Sadece Anadolu’da bin yıllık bir tecrübemiz mevcut.

Ders almak yerine hakkıyla ders vereceğimiz bir konuda kısır tartışmalarla kendimizi yıpratmanın kime faydalı olacağını unutmayalım…