“Âdemîlerin
(insanların) çoğu sûret-i âdemiye (insan suretine) mâlik (ve sahip)tir ve
(fakat) mânayı âdemîye (insanlık mânasına) mâlik değildirler. Ve hakîkatte eşek
ve öküz ve kurt ve kaplan ve yılan ve akrepdirler ve hiç şüphe etmeyesin (ki)
bu böyledir. Ve her bir şehirde sûreti ve mânası âdem (insan) olarak mâdûd
(sayılan) birkaç kimse vardır. Mütebâkîsinin (diğerlerinin) hep sureti (şekli) vardır mâna (ve anlam)ları
yoktur. Nitekim Huda-yı Müteal (Yüce Yaratıcı) kelâm-ı mecîdinde (Şerefli
Kitabı olan Kur’an-ı Kerîminde) buyurur:
“ ‘Onların
kalbleri vardır, onlarla kavramazlar. Gözleri vardır onlarla görmezler.
Kulakları vardır onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha
da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller (iyi düşünmeyenler) onlardır.’ (A’raf: 179)
“İnsan-ı kâmil
(güzel huy, iyi ahlâk ve yüksek fazilet sahibi) odur ki şeriat (din) ve tarîkat
(dinsel yol) ve hakikatte (İslâm’ın asıl ve esasını bilmekte) tam ( ve
eksiksiz) olur…Diğer bir ibare söyleyeyim: Bil ki, insan-ı kâmil (mükemmel
insan) odur ki, onun için dört şey kemâlde (zirvede) olur: İyi akvâl
(sözlerde), iyi ef’âl (fiil ve hareketlerde), iyi ahlâk (güzel huylarda) ve
maarif (bilgide).
“Âdemîler
(insanlar) bu âleme kendilerinin ihtiyarı (isteği) olmayarak geldiler. Gelip
giden yüz binlerce kimselerden ancak biri kendisini; hakîkati (mahiyet ve
gerçeği) ile bildi. Ve bu âlemi (dünyayı) bu âlem olduğu vecihle (varoluş
gayesini idrak ederek) anladı ve diğerleri nereden gelip nereye gittiklerini
bilmedi. Yani kendinin mebdeini (başlangıcını) ve meadını (sonunu ve âhiretini)
ilm-i yakîn (kesin ilim) ve ayn-ı yakîn (kesin görüş) ile anlamadı ve görmedi.
Ve bâkinin (diğerlerinin) cümlesi
(tamamı) kör geldiler ve kör gittiler.
“ ‘Kim bu dünyada
körse, âhirette de kördür. (Belki de daha) fazla şaşkın olur.’ (İsra: 72) Her
birisi hayvanlık mertebesinde gittiler. Ve mertebe-i insaniye (insanlık
mertebesine) erişmediler. Zira bu âlemde şehvet-i batn (iç istekler) ve
şehvet-i ferc (cinsel istekler) ve muhabbet-i ferzend (oğul sevgisi) ile meşgul
oldular. Ve ömrün evvelinden (başından) tâ âhirine (sonuna) kadar onların sa’y
ü kuşişleri (çalışma ve gayretleri) ve cenk (savaş) ve sulhları (barışları)
bunun için idi. Ve bu üç şeyden başka bir şey bilmediler ve görmediler.” (Azîzüddîn
Nesefî)
İnsanlar elbette
hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, fakat yarın ölecekmiş gibi de âhirete
çalışmaları gerekir. Veciz ve özlü olarak ifade edersek: “Dünyayı kesben değil
(çalışmaktan geri kalarak değil), kalben (kalbinde yer vermemek suretiyle) terk
etmek lâzımdır.”
X
“Allah’ı sevmek ve
O’ndan korkmak en temel vazifemizdir. O’nun bize yapmamızı emrettiğini sevmek,
O’na itaat ederek sevdiğimizi göstermek ve O’nun rızasını, memnuniyetini
kaybetmekten ve O’nun tarafından unutulmaktan korkmaktır vazifemiz.
“Allah
dostlarından Rabiatü’l- Adeviye buyuruyor:
“ ‘Allah’ı
sevdiğinizi söylüyorsunuz ama O’na itaat etmiyorsunuz! Hayatım üzerine yemin
ederim ki bu çok garip bir şeydir. Eğer muhabbetinizde samimi olsaydınız O’na
itaat ederdiniz. Çünkü seven kişi sevdiğine itaat eder.’
“Bir müminin bütün
ibadet, dua, amel ve davranışları Kur’an-ı Kerîm’in verdiği hidayet ve
terbiyeye dayanmalıdır. Yaptığımız tüm işlerde Sevgili’nin rızasını kazanma
endişesi içerisinde olmalıyız. Yaratıcımızı seviyorsak; bunu düşünce tarzımız,
hareketlerimiz ve hislerimizle göstermek zorundayız.
“İslamın özü
şeriat (İslâm kanun ve hükümleri ve İslâm hukuku) dur. İbadetler; yüce ahlâk
kurallarıyla ve güzel ahlâk; ibadetlerle bütünleşmelidir. Aksi takdirde tek
başına ibadet; Allahu Teala’nın gözünde değersiz olur ve kabul edilmez. İbadet
kuralları ve ahlâk kuralları birbirini beslemelidir. Günlük yaşantımızda
davranışlarımızı düzeltmek ve güzelleştirmek için Hz. Ali bize şu muhteşem
nasihati verir:
“ ‘Değerini bilen, haddini aşmayan, dilini
tutan, hayatını boş şeylerle telef etmeyen kişinin üzerine Allah’ın rahmeti
yağsın.’ “ (Rabia Christine Brodbeck)