Çok değil, az bir dikkatle, biraz düşünmekle, farkına varabileceğimiz nice şeyler var. Yeryüzü sayfası, önümüzde ap açık duruyor. Daha doğrusu “Kitab-ı Kebîr-i Kâinat” yani Büyük Kâinat Kitabı’nın bir sayfası içindeyiz.
Eee tabî Kâinat kitap olunca, yeryüzü de onun bir sayfası sayılır. Sayfa ise resim, sûret ve harflerle doludur.
Yeryüzündeki bitki, hayvan, insan ve diğer varlıkların her biri, birer harf hükmündedir. Harfler ise kendileri için değil, gösterdikleri, delâlet ettikleri mânalar için sayfada yer almışlardır.
Harfler, okunmak içindir. Öyleyse yeryüzü sayfası da okunmak için yazılmış, yâni yaratılmıştır. Üstelik bu okuyuş, o kadar da, zor değildir. Aklı olan, akıl verilmiş her insan, biraz dikkatle bunun üstesinden gelebilir.
Zaten zor olsaydı, tâkatımız üstünde olsaydı, Allah bizi mükellef ve yükümlü tutmazdı bundan. Öyleyse biraz gayrete gelelim. Biraz dikkat edelim. Zaten okuyacak kapasitede yaratılmışız.
Evet sevgili okur! Sayfa deyince, kitaptan söz açılınca, önümüzde neler neler açılıyor bir bilsek, bir akıl erdirsek, ahh bir düşünsek.
Yeryüzü kitapsa, yazan var. Yeryüzü kitapsa, okunmak için. Yeryüzü kitapsa, anlaşılması isteniyor. Yeryüzü kitapsa, anlaşılanın benimsenmesi, anlaşılanın kabullenilmesi, anlaşılanın sevilmesi isteniyor, bekleniyor bizlerden.
Dahası sevilenin isteği yapılması gerekiyor. Dahası, yapıp yapmamaktan sorguya çekileceğimiz anlaşılıyor. Bizim anlıyacağımız, işin sonunda hesap kitap, ortaya çıkıyor. Haşir neşir kendini gösteriyor, kazanıp kazanmamak mes’elesiyle karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor.
İnşâllah Cennet’e girmemiz, Allah göstermesin Cehennem’e atılmamız, söz konusu oluyor. Velhasıl iplik söküğü gibi sorumluluklar, arka arkaya sökün ediyor sanki.
İşte “Sahîfe-i Arz” yani yeryüzü sayfası, bütün bunları hatırlatıyor bizlere. İşte “Sahîfe-i Arz” bütün bunları derk ettiriyor, idrak ettiriyor, fehm ettiriyor; kısaca algılatıyor biz şerefli insanlara.
Varlıklar arasında şerefli oluşumuz, işte bunlardan ötürü değil mi zaten aziz okur? Öyleyse şerîf olan insan, şerefli olarak yaşamalıdır dünyada. Yani Yaratanını bilen, O’nu bulan, O’nu seven, O’nun istediği gibi yaşıyan olarak yaşamalıdır dünyada. Yoksa şerefli oluşu sözde kalır, şerefini koruyamaz olur. Düşüşü de pek fecî gerçekleşir.
Evet her kelime bizleri heyecanlandırıyor. Ufuk üstüne ufuk açıyor önümüze. Mâna okyanuslarına düşünce yelkeniyle açılıyoruz ha bire be dostlar!
İşte asıl zevk burada. Asıl şeref burada. Asıl yemek içmek, asıl yaşama zevki burada bulunuyor. Ne mutlu tefekkürle doyanlara. Bu mânada açlık çekerek, bu çeşit açlıkla doyanlara. Mânevî açlık mânevî doygunluğu aramaz mı? Bu şekilde bizler de açlıkla doyanlardan olmaz mıyız? Bu makamda ne mutlu açlıkla doyanlara demekten kendimi alamıyorum. Ve herkesi açlıkla doymaya davet ediyorum.
Çünkü, değil mi ki her şey zıddiyle biliniyor. Bu çeşit eksikliklerimizin farkına varışın da, bizi bu yolda doyuma götüreceği şüphesiz. Gerçi bu çeşit doyum yok. Bu yolda açlığı gidermek yok. Fakat gidermeye çalışmak ve o yolda, hep o yolda olmak var.
965
Yani daima tefekkür, durmadan düşünce, her zaman O’nunla olmak. Daima zihnen, kalben, dimağen O’nunla bir ve beraber olmak. Ay gibi Güneş’in ışığına muhtaç olmak. Ay gibi yüzünü hep Güneş’e çevirmek. Ezel ve Ebet Güneşi’nin huzurundan asla ve kat’a bir an olsun çekilmemek. Huzurda bulunmanın, huzurda olmanın huzuruyla dolup taşmak.
İşte “Sahîfe-i Arz” yani yeryüzü sayfası bütün bunları düşündürüyor. Bizi bizden alarak, asıl Yâr’in dizinin dibine iletiyor bizleri. Oturtuyor bizleri. Kendimizden geçirerek O’nunla var olduğumuzu derk ettiriyor, algılatıyor bizlere.
İstersen yeryüzü sayfası üstünde Allah’ın mühürlerini, biraz dikkat etmekle görebilirsin. Başını kaldır, gözünü aç. Şu Büyük Kâinat Kitabı’na bir bak. Göreceksin ki, o kâinatın tamamı üstünde, büyüklüğü nispetinde, gayet açık bir şekilde birlik mührü okunuyor.
Çünkü şu varlıklar, bir fabrikanın, bir sarayın muntazam ve düzgün bir şehrin mahalleleri, sokakları, caddeleri ve fertleri gibi el ele vermişlerdir. Birbirine karşı yardım elini uzatmışlardır. Birbirinin ihtiyaç isteğine karşı: “Lebbeyk, buyur, başüstüne.” Derler. El ele verirler, bir intizam ile çalışırlar. Başbaşa verip, canlılara hizmet ederler. Omuz omuza verip, bir gayeye yönelirler. Bir Müdebbir-i Hakîme, yani her şeyi hikmetle yaratan ve her şeyi idare eden Zât’a itaat ederler, boyun eğerler.
Ne dedik, biraz önce? Fabrika dedik. Saray dedik. Şehir dedik. Böyle demekle bunların kendi başlarına olmadıklarına, kendi kendilerini yapmadıklarına, kendi kendilerine yapılmadıklarına, tesadüfen, rasgele ortaya çıkmadıklarına işaret etmiş olduk.
Başka ne demek istedik? Fabrikada çalışanlar olur. Sarayda oturanlar bulunur. Şehirde yaşıyanlar var demek istedik.
Fabrikayı misal verirken; girişi çıkışı belli. Herkesin yaptığı iş belirli. İtaatin tam işlediği bir yer olduğunu hatırlattık. Sarayı örnek olarak önümüze koyarken; saraya lâyık sâkinleri olacağını, oraya münasip ve uygun yaşıyanları bulunacağını anımsattık.
Şehir derken de; yine plânlı programlı, insanların yaşamasına uygun, her ihtiyaçları karşılanan bir mekân, bir yerleşim merkezi olduğunu nazara verdik. Buralarda yaşıyan ve oturanların başıboş olmadıklarını ima ettik.
Belli kurallara boyun eğdiklerini, yani itaat içinde yaşadıklarını belirttik. Böylece şu varlıkların da kendi başlarına olmadığını; insana hizmet edecek, onun ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde ortaya konduklarını gösterdik.
Her biri yaratılış gereğini; tam bir itaatle yerine getirerek, insanın emrine amâde olduklarına işaret ettik. Ve demek istedik ki, etrafımızda olup bitenlerin, insan olarak farkına varalım.
Tesadüfen, rasgele dünya denen bu yerde bulunmadığımızı anlıyalım. Eşsiz, benzersiz bir Yaratıcının; bu saray hükmünde olan dünyayı biz insanlar için yarattığını bilelim.
Biz insanların da, başta Nebiyyi Muhterem Hz. Muhammet Mustafa olmak üzere, Allah için yaratıldığımızı derk edip anlıyalım. Elbette Allah’ın ne bize, ne de başka şeye ihtiyacı yok. Fakat belki bir lezzeti kutsiye gereği, “Küntü kenzen mahfiyyen…” hikmetince bizleri irade etti, yarattı.
İyi ki de yaratmış. Var olmak ne büyük bir nimet, bir anlayabilsek. Hele hele var kılındıktan sonra bir daha yok edilmeyişimiz, inanın ondan daha büyük bir nimet.
Çünkü giden, kalmıyan, biten ve tükenen nimet, nimet değil; hasrettir, elemdir, acılıktır. Bildiğimiz gibi nimetin zevali / yokluğu elem doğurur. Aksine nimetin devamı da en büyük lezzet verir.
Aslında bu lezzetin farkına varmamız lâzım. Yok olmayışımızın, yok edilmiyeceğimizin tadına varmamız gerek. Çünkü Allah’ın şanına, büyüklüğüne; verdiği nimeti geri almak
966
yakışmıyor değerli okur. Çünkü Allah, bize bu cânı, bu rûhu almamak üzere verdi.
Peki ya ölüm diyeceksiniz? Ne ölümü, ölüm var mı ki be dostlar? Ölmek yok be dostlar. Yolculuk var. Hep doğuş var. Batış asla yok be dostlar.
İnsan bir yolcudur. Rûhlar âleminden gelmişiz. Ana rahmine düşmüşüz. Dünyaya doğmuşuz. Kabre konacağız. Velhasıl yepyeni bir doğuşla Ebedü’l-Âbâda / Ebetler Ülkesine yolcuyuz. Hep yolcuyuz be dostlar. Yolcu yolunda gerek be dostlar.
Yine coştuk. Yine taştık. Kabımıza sığmaz olduk. Nasıl olmıyalım ki, varlık şerbetiyle mestiz. Var olmakla, üstelik ebediyyen var olmakla müjdelenmişiz.
Ya hiç olmasaydık. Ya hiç yaratılmasaydık. Ya hiç şehadet âlemine ilm-i muhitten yani Allah’ın her şeyi kuşatıcı ilminden görünür âleme, somut âleme indirilmeseydik. Düşünülmesi bile dehşet veriyor insana. Demek ki sevmiş bizi Allah, yaratmış bizi Allah.
Öyleyse bizi seveni sevmek gerek. Bizi sevene lâyık olmak gerek be dostlar. Bu durumda bize düşen, O’nu bilmektir. Bize düşen O’nu tanımaktır. Bize düşen O’nu sevmektir. Bize düşen O’nun istediği gibi olmaktır be dostlar.
O halde bilelim, tanıyalım, sevelim ve olalım be dostlar. Bundan geri kalmıyalım. Bu yoldan uzaklaşmıyalım be dostlar. O’nun yoluna aşkla, şevkle düşelim be dostlar.
Çünkü bu yol Allah yolu. Çünkü bu yol aşk yolu. Çünkü bu yol meşk yolu. Aşk varsa meşk de olmalı be dostlar. Aşk olmayınca, meşk olur mu be dostlar?