Anayasa’ya “evet” ve “hayır” noktasında birçok şey yazılıyor çiziliyor. Siyasi partiler yollara döküldüler bile. Yeni ve Sivil Anayasa değişikliklerine ciddi olarak içeriğini hesaba katmadan çok absürt ve saçma propagandalar yapılmaya da başlandı. Çünkü bu sefer referanduma katılacakların başında; 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1972, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007 e-muhtıra gibi olayları canlı olarak bizzat yaşayan insanlar oy kullanacak. Bir de bu olayların dışında kalmış, hedef kaydırmaya açık, yeni ve genç bir seçmen kitlesi de oy kullanacak. Zira değişecek olan Anayasa, bir 12 Eylül 1980 Anayasası olduğundan, en fazla bu dönemde bir şekilde mağdur olmuş veya o döneme tanıklık etmiş birçok insan, bu Anayasa değişikliğini daha derinlemesine yorumlayabilme hafızasına sahip. Ancak, 1980 hadiselerinden habersiz, kulaktan duyma yanlış, eksik ön yargılı ya da yarı doğru bilgilerle bugüne gelmiş bu genç kesimin bu değişiklik paketini yorumlamada güçlük çektiğini görüyoruz. İşte tam da bu sebepten, işbaşında olanlar, geçmişi unutmuş görünerek, var gücüyle genç toplumu ya da yandaşlarını başka noktalara çekmekle meşguller. Halbuki aslında öncelikle 1980 mağdurlarının çektiklerine kulak vermek gerekir.
Toplumsal veya mensup olduğu sınıf ya da cemaatlerin yaşadığı travmalardan Bireysel Özgürlüklerin artmasıyla kurtulunacağına inandığımız bu zaman diliminde; iktidarıyla muhalefetiyle tekrar grup kimlikleri üzerinden kampanyalar yürütüldüğünden, bireysel düşüncelerin üstüne ciddi bir baskı uygulanmaya başladığını görüyoruz. Her kesimden grup önderleri renklerini daha şimdiden belli edip kendi guruplarını etkilemeye çalışmaktadırlar. Nitekim demokrasimizin gelişememe problemlerinden biri de, işte bu grup psikolojilerinin hala çok baskın ve hakim olmasıdır.
Öte yandan bir de sandığa ret cephesi oluşmuş, buradan elde edilen sonuçlardan kendilerine bir alan açmak isteyen gruplar da var. Ne olursa olsun, yaklaşık yüz elli yıldır her türlü seçim kampanyalarına maruz kalmış olan bu necip milletin evlatları, bugün artık bütün bu baskılardan kurtularak, reşit olduklarını da unutmadan kendi kararlarını kendileri vermeleri ve verdikleri kararın da arkasında durmaları gerekir!
Farklı platformlarda insanların eğilimlerine baktığımda; bu olgunun, bulundukları gurubun temayülü şeklinde tezahür ettiğini gözlemlemekteyim. Farklı düşünmeye çalışanlar olursa, bunlar da aforoz edilme tehtidiyle karşı karşıyalar. Ben katıldığım birkaç toplantıda neden evet neden hayır dediğimde; cevap vermeye çalışanların Anayasanın hangi maddelerinin değiştiğinden bile haberlerinin olmadığını gördüm. Ve onların koro halinde, sadece mensubu oldukları tarafın siyasal söylemlerini tekrarladıklarını gördüm.
Gerçekte Anayasada nelerin değişmekte olduğunu görüp, bu konuda gazete ve televizyonlarda boy gösteren yazar çizer takımının bu değişen maddeler üzerinden mi (?) konuştuklarını yoksa geçmişte olan olaylar ve ucuz siyaset üzerinden mi (?) konuştuklarını yorumlamayı ise sizlere bırakıyorum. Aslında bu referandum; bu toplumun bireylerinin reşit bireyler olup olmadığının ve kendi kararlarını kendilerinin verip veremeyeceklerinin ispatı olacaktır.
İsmet Özel’in bir sözü var: “İnsanlar hangi tarafa kulak kesilmişse, öbürüne sağır.” O halde bu konudaki yorumları tek bir kanaldan izlememek ya da tek bir gazeteden okumamak gerekir. Her şeyden önce asıl konu olan Anayasa değişikliklerini muhakkak biz kendimiz okuyalım. Varsa hukukçu arkadaşlarımız onlarla düşünce alışverişi yapalım. Kendimize ters gelen yerleri varsa bunlarla ilgili görüş alışverişinde bulunalım. İşte gerçek uzmanlarının gözünden bu değişikliklerin ne anlama geldiğine vakıf olduktan sonra da, bu konuda kopartılan fırtınaların ne kadar anlamsız olduğunu anlayacağımız gibi; söylenen ve yazılan her sözü daha iyi tahlil etme imanını da elde etmiş oluruz.
Her şeyden önce unutmamalıyız ki bu yalınızca bir referandumdur. Ve hiç te bir parti seçimi değildir. O halde bunu bir seçim ya da gelecek seçimin bir göstergesi gibi algılamak tam bir yanılsama ve hedef şaşırtmadır.
Kısaca bize burada şu soru soruluyor: “Bu anayasa değişikliklerine ne diyorsunuz?”
Bu soruya cevap vermenin tek yolu, halkın desteğini almak için referanduma sunulan bu teklifin Anayasa’ya ne gibi değişiklikler getirdiğini öğrenmektir. Öncelikle de bu önerileri anlamamız, yorumlamamız ve tartışmamız gerekir.
Aslında bu kadar basit olan bu referandum, maalesef parti seçim propagandalarına dönüştürülmek isteniyor. Sanki, bir sonraki seçimin provası gibi. Bu durum çok üzücü. Yine bulunduğu parti ve grup ne diyorsa insanlar onu söyleyecek. Bazı sanatçıların yanında, bazı STK ya da cemaat liderleri daha şimdiden kanaatlarını belli etmeye başladılar bile!
Eğer geriye doğru bakmamızın bir anlamı olacaksa, öncelikle 12 Eylül 1980 Anayasası’nı o gün onaylayan ya da reddeden kesimlerin kimler olduğuna bakmak ve bunu hangi gerekçelere dayandırdıklarını hatırlamak gerekir. Aynı şekilde geriye bakarak bugün toplumu yönlendirmeye çalışanları, bir de bu açıdan sorgulamak gerekir.
Zaman ve seçmenler değişse de, taraflar ve bu tarafların körü körüne yönlendirdikleri kitlelere hedef olarak gösterdikleri kıblelerdeki bilinçli ön yargı ve yanılsamaların nesi değişti acaba? Ve o gün, 12 Eylül 1980 referandumu sonucunda, hiç inanmadığı halde, kim kimin sırtından neler elde ettiğini gerçek anlamda düşünen kim ki?
Halbuki bu referandum, önümüzdeki her seçim için de geçerli olduğu gibi, demokrasimizin zaferi olacak olan bireysel tercihlerimizin daha özgürce kullanılması ve daha öne çıkarılması için büyük bir fırsat aslında…
Kaygı, korku, niyet okuma, halkı küçük görme (halk için halka rağmen; anayasa değişikliklerini halk anlayamaz gibi) politikaları ve komplo teorileri üzerine oluşturulan seçim kampanyaları bizim gibi ülkelerin kaderi olmamalı. Halkımız, gerçek anlamda hiçbir duygusal argümana itibar etmeden bu değişikliğin kendisine, ülkesine ve geleceğine neler kazandıracağını iyice tarttıktan sonra, bireysel tercihini bizzat kendisi yaparak karar vermelidir.
Bağlılık değil, bağımlılık yapan her şey, Merhum Cemil Meriç’in de aktardığı gibi; “Bütün izm’ler idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir.” Nitekim esaret, eğer tutsaklık içine sinmişse bağımlılık yapar. İşte tam da bu konuda Eric Fromm’un “özgürlükten kaçış” teorisi çok enteresandır; “İnsanlar aniden özgürleştiğinde, özgürlükten korkup, hemen kendilerini esir edecek liderler seçtiğini” ifade eder.
Kelebek misali, artık kendi özgürlüğümüz için kozaları delerek dışarı çıkmamız özgür olmamız gerekiyor. Böylece hakkımızda ahkam kesenleri ve bizleri kendi torbalarında görmeye alışanları bir kere daha şaşırtmalıyız. Kelebek meteforundan hareketle, aslında kelebeğin beynimizdeki kafes içinde yaşadığını görebiliriz. Eğer bize giydirilmiş olan sahte kafeslerden (maskeler, mahalle baskısı, grup kimlikleri v.s) kurtulmak istiyorsak ya da onlardan bıkmışsak; öncelikle kafamızın içindeki kafeslerden ve ön yargılarlardan kurtulmamız gereklidir. Kafeslerden kurtulduğumuz an ” kelebek” bizim özgürlüğümüzdür ve özgür düşüncemizdir, yaşamı ancak bir gün sürse bile!
Kabile ve Cemaat mantığından Cemiyete, bireysel kimlikleri bastırılmış insanlardan oluşan Kapalı Toplumlar’dan, kendi kanaatlarını sonuna kadar ve özgürce savunan bireylerden oluşan Bilgi ve Açık Toplumlar‘a diye düşünüp; vaveyla koparmadan ya da koparılan gürültüye aldırış etmeden önce Anayasada nelerin değiştiğine bakıp, kararımızı ona göre verelim. Bizim için karar veren ve düşünenlere inat!