KENAN MUTLU GÜRSES
Artık dünya klasiği hâline geldi. Her sene 24 Nisan’ın öncesinde ve sonrasında ‘fanatik Ermenilerin yalanları sakızı‘ çiğneniyor.
Bu sene de öyle oldu. Avrupa Parlamentosu (AP) 13 Mart 2019 tarihinde talihsiz bir karar aldı. Onlar vazifelerini yapıyorlar… Biz kendimize bakalım: Eğri otursak bile doğru konuşmak mecburiyetindeyiz. Bâzı noksanlıklarımız var.
Karar üzerine yapılan açıklamada; ‘AP tarafından benimsenen tek taraflı ve objektiflikten uzak tutuma, tarafımızca herhangi bir değer atfedilmesi mümkün değildir. Söz konusu tavsiye kararı bizim için hiçbir anlam ifâde etmemektedir. AP’nun 15 Nisan 2015’te kabul ettiği, 1915 olaylarının 100. Yılıyla ilgili tek taraflı Ermeni beyanlarına dayalı talihsiz değerlendirmesine bu sene de atıf yapılması, raporun tek taraflı olduğunu göstermektedir.’ Cümleleriyle cevap verilmişti. Bu açıklamanın, batılılar tarafından, (sözde) Ermeni soykırımının inkârı‘ şeklinde yorumlandı.
Bilinmektedir ki, bozuk dünya düzeninde ‘ispat edilmeyen hak‘ yok hükmündedir. ‘Haklı olan güçlüdür‘ yerine ‘güçlü olan haklıdır‘ prensibinin geçerli olduğunu unutulmamalıdır.
‘Arşivlerimiz tetkikinize açıktır, buyurun inceleyin, gerçekleri görün‘ demek de yetmiyor. Hatta meydan okurcasına ve mertçe bir tavırla; ‘Siz de arşivlerini açın…’ davetimiz de ‘yok hükmünde‘ muamelesine tâbi tutuluyor.
Hatırlanacağı üzere Ermenistan’ın, 1993 yılında Azerbaycan’ın Kelbecer Bölgesi’ni işgal etmesi üzerine, ülkemizden Ermenistan’a doğrudan ticâret sona erdirilmiş; iki ülke arasındaki sınır kapatılarak kara ve demiryolu ile havayolu bağlantıları kesilmiştir.
Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi maksadıyla İsviçre’nin arabuluculuğunda başlatılan süreç neticesinde, 10 Ekim 2009 tarihinde Zürich’te ‘Diplomatik İlişkilerin Tesisi Protokolü‘ ve ‘İkili İlişkilerin Geliştirilmesi Protokolü‘ imzalanmıştır. Söz konusu protokoller, ikili ilişkilerin normalleştirilmesi için bir çerçeve sunmaktadır.
Dönemin Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan Şubat 2015’te söz konusu protokolleri Ermenistan Parlamentosu’ndan geri çekmiş, 1 Mart 2018 tarihinde ise protokolleri hükümsüz ilân etmiştir. Söz konusu protokoller hâlen TBMM’nin gündeminde yer almaktadır. Diğer taraftan, Türkiye şimdiye kadar Ermenistan’la ilişkileri normalleştirmeye yönelik, iyi niyet ve kararlılığının göstergesi olarak kendi inisiyatifi ile tek taraflı birçok güven artırıcı hususları hayata geçirmiştir. Ancak, Ermenistan’dan aynı yapıcı yaklaşım görülememektedir. Bu durumda protokollerin TBMM’nin gündemde tutulmasının sebebini anlamak mümkün değildir.
Ermeni Diasporası da bir an olsun dur-durak bilmeden çalışmaktadır. Ancak açıklamalara ve tebliğlere, ithamlara cevap veren sözcülerimiz nedense 16. yüzyıldan itibâren Ermeni hareketlerini bütün detayları ile ve de belgelerle anlatmıyor. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 10, 24, 25. ve benzeri maddelerin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ermeni kökenliler için de geçerli olduğunu dile getirilmiyor. Dile getirilmeyen diğer hususlar sebebiyle Ermeni iddialarının asılsız olduğunu anlatmakta yetersiz kalıyoruz. Bu sebeple de lehimize hiçbir netice elde edilemiyor.
AP, Avrupa Birliği’nin ‘Güney Kafkasya ile İlişkiler‘ başlıklı kararında, 1987 kararına atıf yaparak Ermeni iddialarına yer vermiştir. Tasarıda Türkiye’den, Ermenistan’a uyguladığı ablukayı sona erdirmeye yönelik uygun önlemleri alması isteniliyor. Ayrıca 1915 (sözde) Ermeni soykırımını bir gerçek olarak tanıyan 18 Temmuz 1987 tarihli kararındaki tutumunu teyit ediyor ve Türkiye’den de aynısını yapmasını talep ediyor.
Türkiye’nin Ermenistan sınırını kapatması ticari ve siyasi ilişkileri dondurmasının sebebi, Ermenistan’ın Azerbaycan’a ait Kelbecer Bölgesini işgal etmesidir. İlişkilerin normalleştirilmesi ancak işgalin kaldırılmasına bağlıdır. Bu husus açıkça belirtilmediği gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu, taziye içeren ve Osmanlı Ermenilerine yönelik zulümleri (!) tanıyan mesajlar yayınlamışlardır.
1948 yılında tanzim edilen ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi‘nin, 1915 yılında cereyan ettiği iddia edilen ve fakat ispat edilemeyen olaylarla ilişkilendirilmesindeki tutarsızlık dile getirilmemiştir.
Ermeni Diasporasının, (sözde) Ermeni soykırımı propagandasını, hukuku hiçe sayarak ağır iftiralarla yürütmesine, aynı tonda cevap verilmeyişi, diyasporanın daha saldırgan tecâvüzlerine zemin hazırlamaktadır. Ermenilerin ve batılıların iddialarını çürüten binlerce belgeyi incelemelerini ve hükümlerini değiştirmelerini beklemek aşırı iyimserliktir. Belgeleri açıklamak ve tıpkı basım ile çoğaltıp Ermeni sahte tezini destekleyen ülkelere göndererek hakîkati ortaya koymak, bizim en önemli vazifemiz olmalıdır.
Türkiye Ermeni Cemaati’ne, Türkiye Ermeni Patrikhanesi’ne, Ermeni Diasporasının (sözde) Ermeni soykırımı yalanı karşısındaki sessizliğinin sebebi sorulabilir. Türkiye’de, Ermenistan’daki şartlardan daha iyi imkânlar içerisinde yıllardan beri yaşayan Ermeni vatandaşlarımızın beyanlarını dünya kamuoyuna duyurmak gibi tesirli bir yöntemi düşünmemiz, geliştirmemiz bize büyük faydalar sağlayacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, her bir ferdine gösterdiği saygıyı, Ermeni kökenli vatandaşlarına da gösterdiğini, Ermenilerin dinine, diline, sosyal ve kültürel mirâsına sahip çıktığını, dünyaya neden yeterince anlatmıyoruz? Ermeni kökenli vatandaşlarımızı neden hakîkatleri ifâde etmeye dâvet etmiyoruz?
Batılı ülkeler ‘1915’te Ermenilere soykırım uygulanmamıştır‘ diyenleri mahkûm ediyor. Biz, aydın geçinen satılmışlar içerisindeki Ermeni iddialarına destek verenleri neden ispata dâvet etmiyoruz?
En iyi savunma hücumdur. Kaldı ki savunmamız da yetersizdir.
31 Mart 2019
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Açılışı
İstanbul’un işgalinden üç gün sonra, Mustafa Kemal Paşa, 19 Mart 1920 târihli bildiriyi yayınladı. Bildiride, ‘Olağanüstü yetkiler taşıyan bir Meclisin Ankara’da toplanacağı, Meclis’e katılacak üyelerin nasıl seçilecekleri, seçimlerin en geç on beş gün içinde yapılması gereği…’ kesin ve kararlı ifadelerle yer alıyordu.
Ayrıca, dağılan Meclis-i Mebusan’ın üyeleri de Ankara’daki Meclis’e katılabileceklerdi.
İllerde seçilen temsilciler ve Meclis-i Mebusan’ın bir kısım üyeleri Ankara’ya geldiler.
Ankara’nın o günkü şartları içinde Meclis’in toplanabileceği elverişli bir bina yok gibiydi. Sonunda, İkinci Meşrutiyet döneminde, İttihat ve Terakki Cemiyeti kulübü olarak yapılmış tek katlı bir bina uygun görüldü. Eksik kalmış yapı tamamlandı, okullardan toplanan ve halkın katkısıyla sağlanan eşyalarla donatıldı.
Hazırlıklar tamamlanınca, Mustafa Kemal Paşa 21 Nisan’da yayınladığı ikinci bir bildiri ile Meclis’in 23 Nisan günü toplanacağını ve açılış töreninin nasıl yapılacağını duyurdu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş temelleri Ankara’daki bu ilk târihi binada atıldı. Birinci Meclis Binası, Kurtuluş Savaşı’nın yönetim yeri olarak pek çok tartışmalara ve millî kararlara sahne oldu.
Bu yapıda bugün Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak, ilk yılların hâtırâları sergileniyor.
23 Nisan 1920 Cuma sabahı erken saatlerde, Ankara’da bulunan herkes Meclis Binası çevresinde toplandı. Halk, kendi kaderine sâhip çıkmanın heyecanı içindeydi. Hacı Bayram Camii’nde kılınan öğle namazından sonra, Meclis binası girişinde gözleri yaşartan muhteşem bir tören yapıldı. Saat 13.45’de, Ankara’ya gelebilen 115 milletvekili Meclis salonunda toplandı.
Parlamento geleneklerine göre, en yaşlı üye olan 1845 doğumlu Sinop Milletvekili Şerif Bey, Başkanlık kürsüsüne çıktı ve aşağıdaki konuşmayı yaparak Meclis’in ilk toplantısını açtı.
Burada Bulunan Saygıdeğer İnsanlar,
İstanbul’un geçici kaydıyla yabancı kuvvetler tarafından işgal olunduğu ve bütün temelleri ile halifelik makamının ve hükümet merkezinin bağımsızlığının yok edildiği hepimizce bilinmektedir. Bu duruma baş eğmek, milletimizin, teklif olunan yabancı köleliğini kabul etmesi demektir. Ancak tam bağımsızlık ile yaşamak için kesin olarak kararlı bulunan ve ezelden beri hür yaşamış olan milletimiz, kölelik durumunu kesinlikle reddetmiş ve hemen vekillerini toplamaya başlayarak Yüksek Meclisimizi meydana getirmiştir.
Bu Yüksek Meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla ve Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlık içinde alın yazısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip, kendi kendisini yönetmeye başladığını bütün dünyaya ilân ederek, Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.
Bu açış konuşmasında, millî egemenliğe dayalı yeni Türk parlamentosunun adı da Büyük Millet Meclisi olarak konulmuştu. Bu ad herkesçe benimsedi. Daha sonra Mustafa Kemal Paşa’nın bütün konuşmalarında yer aldığı şekliyle ve ilk defa 8 Şubat 1921 târihli Bakanlar Kurulu Kararnamesinde de yazılı olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) adı kalıcılık kazandı.
TBMM, 24 Nisan 1920 günü yaptığı ikinci toplantısında Mustafa Kemal Paşa’yı başkanlığa seçti. Mustafa Kemal Paşa, kendi öncülüğünde kurulan TBMM’nin başkanlığını Cumhurbaşkanı seçildiği gün olan 29 Ekim 1923 târihine kadar devam ettirdi.
TBMM, açılışından iki gün sonra, sâdece yasama değil, yürütme gücüne de sâhip olacak hukukî ve siyasî yapısını düzenleme çalışmalarına başladı. Bu düzenlemeler, TBMM’nin tam bir güçler birliği ilkesini benimsediğini göstermişti.
2 Mayıs 1920’de Bakanlar Kurulunun seçilmesi hakkındaki kanun çıkarıldı. 11 Bakandan oluşan Meclis Hükümeti, 5 Mayıs’ta TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında ilk toplantısını yaptı.
TBMM’nin açılışı ile birlikte, millî egemenliğe dayalı yeni Türk Devleti doğmuş oluyordu. Birinci TBMM’nin iki temel hedefi, kesin zaferi kazanmak ve yeni devletin otoritesini güçlendirmek, kalıcılığını gerçekleştirmekti. Öncelikle, ülke topraklarının yabancı işgalinden kurtarılması gerekiyordu.
OĞUZ ÇETİNOĞLU
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Lozan Barış Sözleşmesi’nde Ermeni Meselesi
Lozan Barış Sözleşmesi görüşmelerinde Ermeniler, savaş içinde İtilâf Devletlerine yapmış oldukları sayısız hizmetleri ve bu uğurdaki fedakarlıklarla kayıpları ileri sürerek, ayrıca Sevr anlaşma taslağında bağımsız bir Ermenistan Devleti kurulacağına ait vaatleri hatırlatarak baskı yapmaya çalıştılarsa da netice alamadılar. Sovyetler Birliği, Türkiye’de ‘Ermenistan‘ adı altında bir yapılanmaya taraftar değildi. İsteyen Ermenilerin Rusya veya Ukrayna’ya gelebilecekleri görüşündeydi. Türk delegasyonu, Türkiye azınlıklarının kaderlerinin iyileştirilmesinin, her şeyden önce, her türlü yabancı müdahale ve kışkırtmalarının kesilmesine bağlı olduğunu hatırlatarak Türkiye’nin anayurdundan verilecek bir karış toprağı olmadığını, şâyet Ermenilere yurt verilmesi bahis konusu ise, onlara yurt verebilecek çok büyük toprakları olan devletlerin olduğunu kararlı bir şekilde dile getirdi.
24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Andlaşması’nda Ermenilerle ilgili özel hüküm yoktur. Ancak umûmî hükümler vardır. Bunlardan 31. madde ile Türkiye dışındaki Ermenilerin iki yıl içinde Türk vatandaşlığını tercih etmeleri hâlinde Türkiye’ye dönebilmesi imkânı tanınmıştır.
Yayınlanan beyannâmenin 6. maddesi, dağılmış aileleri bir araya getirmek ve meşru hak sâhiplerine, mallarına kavuşmak imkânını vermektedir. 65. maddede savaş başladığında, yabancı uyruğu olanlardan mallarına el konulan kişilerin mallarının iadesi kabul edilmiştir. 95. maddede bunun için belirli bir başvurma süresi tanınmıştır.
Netice olarak Ermeniler; Türkiye ile husumet içinde bulunan devletlerce dînî ve insânî sebepler görünümü altında, maddî ve mânevî olarak desteklenmiş, kışkırtılmışlardır. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı esnasında vatandaşı oldukları, nimetlerinden faydalandıkları, kendilerine en yüksek makamları veren devletlerine karşı silâh kullanmışlardır. Bunun dışında müttefik ordularında gönüllü alaylar oluşturmuşlar veya düşman devletlerin ordularında yabancı asker olarak Türk ordusu ve milleti ile savaşmışlardır. Kesin barışın düzenlendiği Lozan’da ise yandaşı oldukları devletler tarafından usulen savunulmuşlar, kendilerinin çıkarları sağlandıktan sonra Ermeniler kaderlerine terk edilmiştir.
Böylece; 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Andlaşması ile Ermeni meselesi Türkiye sınırlarının dışındaki bir olay hâline gelmiş ve Türkiye açısından konu kapanmıştır. Ermeniler de sessiz kalmak suretiyle bu durumu kabullenmişlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan ve dünya milletleri tarafından tanındıktan sonra Türkiye ‘de yaşamakta olan Ermeniler, hür ve serbest olmadıklarını baskı altında bulunduklarını iddia ederek dünya gündemine gelmeye çalışmışlarsa da kimseyi kendilerine inandıramamışlardır. Bunun üzerine, Türkiye’nin yurt dışındaki diplomatlarını ve onların suçsuz eşleri ile çocuklarını âdi ve kalleşçe cinâyetlerle katletmek suretiyle dünya kamuoyunun dikkatlerini üzerlerine çekmeye çalışmışlardır. Lozan’da Türklerin istediklerini vermek mecburiyetinde kalmış olan devletler, intikam alma fırsatını bulduklarını düşünerek Türkiye aleyhinde, Ermeniler lehinde görüş açıklamaya başlamışlardır.
O günlerde ve günümüzde Türkiye’de yaşamakta olan Ermeni asıllı vatandaşlarımız, devletin yüksek teminatı altında bulunmakta ve her türlü hukûkî haklarını serbestçe kullanmaktadırlar. Eskiden olduğu gibi, ülkenin varlıklı vatandaşları olup her mesleği serbest bir şekilde icra etmektedirler. Özetle Ermeni vatandaşları, Türk vatandaşlarının sâhip oldukları bütün hak ve hürriyetlerden eşit şekilde faydalanarak, huzur, güven ve refah içinde yaşamaktadırlar.
Ermeni vatandaşlar kendi inançlarına göre, kiliselerinde ibâdetlerini yapmakta, kendi okullarında kendi dilleri ile eğitim görmekte, kendi dillerinde yayınlar yapmakta, kendi dernekleri aracılığı ile sosyal ve kültür faaliyetlerini icra edebilmektedirler.
Hâli hazırda Türkiye’de yaşayan Ermeni toplumunun iki düzineden fazla okulu, 20’den fazla kültür dernekleri, günlük gazeteleri, çeşitli dergileri, spor kulüpleri, çeşitli vakıf ve kuruluşları vardır. Ayrıca Ermeni Gregoryen cemaatinin patrikleri de faaldir, dînî liderlerini kendi hür irâdeleriyle seçebilmektedirler. Batı Trakya, Kırım ve Çin zulmü altındaki Doğu Türkistan Türkleri başta olmak üzere dünyanın bütün ülkelerindeki Türkler bu haklardan mahrumdurlar.
Türkiye’de bulunan Ermeni vatandaşlar; diğer Türk vatandaşları ile tam bir eşitlik ortamında, hatta ortalama Türk vatandaşlarından daha iyi şartlarda yaşamakta, huzur; refah ve güvenlik içinde bulunmaktadırlar.
Türkiye güçlü olduğu, dış ve iç politikalar konusunda iyi yönetildiği sürece asılsız Ermeni iddiaları hiçbir devlet tarafından dikkate alınmayacaktır.
(Faydalanılan kaynak: Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı: Türk Ermeni İlişkilerinde Gerçekler. Atatürk Araştırma Merkezi Yayını. Ankara 2000)
————————————————————————————————————————
Vatana İhanet Kanunu
29 Nisan 1920 tarihinde, ‘Hıyânet-i Vataniye Kanunu‘ adı ile kabul edildi. Kanunun birinci maddesi, Büyük Millet Meclisi’ne karşı düşünce veya uygulamalarıyla veya yazdıkları yazılarla muhalefet ve bozgunculuk edenlerin vatan haini addedileceğini; ikinci maddesi bilfiil vatan hainliği yapanların asılarak idam edileceğini, şahsen olaylara karışanlar ve teşebbüs edenlerin ise ceza kanununun kırk beşinci ve kırk altıncı maddesine göre cezalandırılacaklarını; üçüncü maddesi konuşmalarıyla halkı alenen vatan hainliği suçunu işlemeye tahrik ve teşvik edenler veya bu teşvik ve tahriki yazılarıyla ve değişik araçlarla yayanların geçici kürek cezasına çarptırılacaklarını ve yapılan bu tahrik ve teşvik sonucunda bozgunculuk olayları çıkarsa bu kişilerin idam edileceklerini bildiriyordu.
Kanuna göre, vatana ihânet sanıklarının yetkili mahkemesi, suçun işlendiği yerdeki ceza mahkemesiydi, ancak olağanüstü ve aceleyi gerektiren durumlarda zanlının yakalandığı yerdeki ceza mahkemesi de karar vermeye yetkiliydi. Vatana ihânet zanlılarının muhakemesi mecburî bir sebep olmadıkça yirmi dört içinde sonuçlanacaktı. İsyanlara katılmayanlar hakkında kasten suçlamalarda bulunanlar, iddia ettikleri suçun cezası ile cezalandırılacak, haklarında gıyaben hüküm verilenler ise yakalandıkları anda yeniden yargılanacaktı.
Bu kanun geçmişe dönük olarak işletilmediği için, kanun kapsamında hiçbir Ermeni cezalandırılmamıştır. Aksine, vatana ihanet sebebiyle mahkûmiyeti bulunan Ermeniler için af kanunu çıkartılmıştır.