Türkiye’de işsizlik oranı 2000 yılına kadar yüzde 7 civarında iken, 2001 krizinden sonra yüzde 10‘un biraz üzerine çıkmış ve nihayet 2008 krizi sonrası yüzde 14 civarına yükselmiş bulunuyor. Konumuz verdiğimiz bu rakamların analizini ve siyasi sebeplerini tartışmak değil. Ekonomik sistemlerin arkasındaki “dünya görüşünün” ekonominin parametrelerini nasıl etkilediğine dikkat çekmek istiyorum.
Türkiye’de zaten var olan kronik işsizlik oranı çok yüksekti. Krizden sonra ulaşılan rakamlar, diğer ülkelerle kıyaslanınca en kötü oranlardan. Bütün bu olumsuz rakamlara rağmen sosyal patlamalar olmaması, toplu yağmalar yaşanmaması, suç oranlarında sıçramalar yerine yavaş artışlar olması, Türkiye’nin kendine has değerleri ve cemiyet yapımızla izah edilebiliyor.
Kanaatkârlık ve harama el uzatmama gibi değerlerimiz hâlâ yaşıyor olmasa; aile içi dayanışma, akrabalar arası yardımlaşma ve hatta mahalle/köy seviyesinde zora düşene destek verme gibi, diğer ülkelerde pek rastlanmayan geleneklerin tesiri olmasa, sokağa çıkmak cesaret isterdi.
Ege Cansen Hürriyet Gazetesindeki köşesinde şu cümleleri yazmış: “Gelişmişlik düzeyi Avrupa düzeyinde bulunan Amerika’da ezelden beri işsizlik oranı AB’den düşüktü. Bunun sebebi ABD’nin “easy hire; easy fire” (işe kolay al, işten kolay çıkar) ilkesidir denirdi. Krizle birlikte, Amerikan işverenleri ihtiyaç duymadıkları işçileri işten çıkardılar. Bu yüzden neredeyse bir yıl içinde ABD’nin işsizlik oranı iki katına çıkarak yüzde 10,2 oldu. Diğer yandan, çalışma yasaları esnek olmayan yani emekçilerin kolayca işten çıkarılamadığı Avrupa ülkelerinde işsizlik, milli gelirleri ABD’den daha hızlı düştüğü halde nispeten az arttı. Hatta Amerika’nın altında kaldı.”
ABD’de özel sigortacılığın gelişmesine karşılık, Avrupa’da devletin sosyal güvenlik ve sosyal adalet anlayışının daha köklü değerler olması sebebiyle, iyi çalışan sosyal güvenlik kurumları ve işsizlik sigorta uygulamaları var. Türkiye’de ise işsizlik sigortası alanında ne özel şirketler, ne de devlet kurumları yeterince gelişmediği için, yaşanabilir bir toplum hüviyetinin muhafaza edilebilmesi aile ve akraba dayanışması ile sağlanabiliyor.
Dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip Japonya‘da ise, eylül ayında (temmuz ayında yüzde 5,7 ile rekor kırmış olan) işsizlik oranının yüzde 5,3’e düştüğü açıklandı. İşsiz sayısı geçen yıl Eylül ayına göre yüzde 33,9 oranında artmış.
Hepimizin bildiği gibi Japonya’da bir işe giren işçi büyük ihtimalle o işyerinden emekli olacağını, işveren de uzun yıllar aynı işçiyle çalışacağını bilerek iş sözleşmesi yaparlar. Bu sebeple Japonya’da işveren ve çalışan için işyeri bir aile ortamı gibi kabul edilir. İşçinin çok işyerinde çalışıp ayrılmış olması, sadakatsizlik olarak değerlendirildiği için, pek makbul değildir. Oysa ABD’de çok sayıda işyerinden ayrılmış olan çalışana karşı bakış açısı tam tersidir. Bu kadar işyerinde iş bulabildiğine göre, işgücü piyasasında rekabet gücü olduğu varsayılarak, nitelikli eleman olduğu düşünülür.
Japon işçileri “işyeri ve görev kutsaldır” anlayışına göre eğitilirler. “Japon işçi sendikaları, üyesi olan işçilerinin çıkarlarıyla Japonya’nın menfaatleri çatıştığında, önceliği Japonya’nın bütününe verirler. Japon iş adamları, Japonya’nın geleceğine yönelik amaçları gösterebilmek için her türlü fedakârlığı gösterebilirler. Hiçbir Batılı veya Türk şirketinin göze alamayacağı kadar uzun süre, dış satımlarındaki kârlarından vazgeçebilirler.”
Bu bünye farklarına rağmen, ekonomik kriz çoğu ülkede az veya çok işsizlik artışına sebep olmuş. Ancak milletlerin dünya görüşüne göre oluşturulan kurum ve kurallar, işsizliğin miktarını ve olumsuz etkilerinin sınırlarını çizmiş.
ABD’de kolay işten atma alışkanlığı işsizlik oranının bir yılda iki katına çıkmasına katkı sağlarken, Japonya ve AB’nin iş piyasasını düzenleyen kurallarının arkasındaki dünya görüşü işsizlik oranının artışına fren etkisi yapmış.
Türkiye’nin sosyal yapısı, kişilerin ve kurumların davranış tarzları da şüphesiz ekonomik kriz karşısında işsizlik oranı, şirketlerimizin rekabet gücü gibi sonuçlara ciddi etkisi olmaktadır.
Türkiye’de hâlâ az da olsa bıçak kemiği kesmeden işçi çıkarmayı düşünmeyen fedakâr iş adamlarımız var. İşsiz kalan yakınlarıyla lokmalarını paylaşan gani gönüllü insanlar da var. Ancak bunların oranı gittikçe azalıyor. Özellikle şehirleşmenin tam yaşandığı yerleşim yerlerinde insanlar kalabalıklar içinde gittikçe yalnız kalıyor. Bu sosyal değişimi görmek ve buna uygun sosyal güvenlik sistemlerini ve ekonomik yapılanmaları gerçekleştirmemiz lazım.
İsmail Hakkı Küpçü adlı bir araştırmacı şu bilgileri veriyor: “Japonya’da son yirmi yıldır, dış ticaret genelde fazla vermektedir. Japonlar haftada 60 saat çalışmaktadır. Ayrıca II. Dünya Savaşından sonra kanun çıkarılarak, Japonya’da 20 yıl süreyle yıllık izin kullanılmasına izin verilmemiştir. Türkler ise, haftalık çalışma saatlerini gittikçe azaltarak haftada 45 saate indirdiler. Yıllık izinleri, kullandıkları raporlar, tatilleri hep Japonlardan fazladır.”
“Japonya’da şirketler, borsadaki rakip şirketlerin hisselerinin %60-70’ini karşılıklı olarak kendilerinde tutarlar. Böylece birbirlerine bağlı kalırlar ve birbirlerini batıramazlar.”
“Japonlar, ithal ürünlere iyi gözle bakmazlar. 1985 yılında ABD Başkanı Reagan ihracatı artırmak için, doların değerini biraz düşürmek istedi. Ama sonuç istediği gibi olmadı. On altı ay içerisinde dolar 250 yen iken, 125 Yen’e geriledi. Bu durumda ekonomistlere göre, Japonların, ABD’den yaptıkları ithalatı hızla artırmaları gerekirdi. Ama böyle olmadı. Hâlbuki aynı durum Türkiye’de olsa, ülke ithal mal akınına uğrardı.”
Dikkat edilirse ABD’de ve Japonya’da sosyal yapı, toplumun dünya görüşü ve ekonominin kurum ve kuralları arasında tam bir uyum söz konusu.
Aslında Türkiye’de de bir uyum var ama pek de müspet manada değil. Türkler ithal mallara çok düşkünler. Krizde bile tercihimiz genellikle ithal ürünlerden yana oldu.
Hükümetimiz de bize benziyor, o da mesela otomotivde piyasayı canlandırmak için yaptığı vergi indirimi uygulamasıyla öncelikle ithal otomotive bu kolaylığı sağladı. (Bu imkândan yararlanan otomotiv ürünlerinin yüzde 70’i ithal idi.) Böylece Japon, Kore, İtalyan veya Alman işçisi fabrikalarının üretimi arttığı için, işine tekrar kavuşma imkânı bulurken, Türkiye’deki üretim artmadığı için, kendi işçimiz işsiz kalmaya devam etti.
“Yerli malı haftası” kutlayarak yetişen bir neslin, Türk şirketlerinin neredeyse yerli malı firma kalmamacasına yabancılaşmasına hiç tepki göstermemesi bir dünya görüşü değişimidir. Bu değişimin ekonomik, sosyal sonuçlarının ve maliyetinin olması da kaçınılmaz.
Bünyemize ve değerlerimize uygun bir dünya görüşü oluşturmak, ekonomik açıdan da mutlak ihtiyaç.