Anı ana ekleyip, halden hale geçmek: değişmek. Ne geçmişte ne de gelecekte, değişim şimdide. İbn Sina üç şimdinin içinde birden yaşar: Geçmişin şimdisi; şimdinin şimdisi; geleceğin şimdisi. Şimdiden yaşadığımız değişim bize, “gelecek geldi, gidiyor bile!” ikazında bulunuyor.
Duralı’nın dediği gibi, şimdi ve gelecek kesitlerinden, gerçek olan bir tek ‘yaşanan’, şu ân. Ancak, onu anlamamızı sağlayan, yaşanmış olup da artık yaşanmayan geçmiş zaman. Orası tecrübelerimizin, dolayısıyla bilgilerimizin kaynağı ve haznesi. Yaşanmış olup da artık yaşanmayanlar, şu hâlde, şimdiyi yaşatırlar. Şimdi yaşananlarsa, bizi yaşanacaklara yöneltirler. Şeridin birinci kesimi koptu mu, devamı yanar, yok olur. Geçmişi unutmak, ‘hayat körlüğü’ne, ‘bunama’ya götürür. Bunamışın ‘şimdi’si, dolayısıyla da geleceği yoktur.
Eğer bir şeyin geçersiz olması ya da sonradan meydana gelmesi şeklinde her hangi bir farklılaşma ve başkalaşma olmaz ise ‘Önce’ olmadığı için ‘sonra’ diye bir durum olmayacaktır ya da ‘sonra’ olmadığı için ‘önce’ diye bir durum olmayacaktır. O halde zaman yenilenen bir halin varlığı ile beraber var olabilir ve bu yenilenmenin sürekli olması zorunludur. Aksi takdirde zaman da olmayacaktır. Zaman, bitişik olduğuna göre, şüphesiz onun vehmedilen bir ayrımı olacaktır ki bu da ‘An’ diye isimlendirilir. Bu an, zamanın kendisine kıyasla elbette bilfiil mevcut değildir. An, geçmiş ve yeninin içinde bulunduğu gelecek arasında ortak bir sınır. Diğer taraftan Tanpınar’ın ifadesiyle de “yekpare geniş bir an” söz konusu. Yani zamanın tamamı bir an:
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.
Varsın Herakleitos bir nehirde iki defa yıkanamasın, biz her nefeste ayrı bir hava çekeriz içimize. Rüzgâra savurduğumuz nefesin de biri diğeriyle aynı değil. An olur, aldığımız nefesteki huzursuzluk oflaya puflaya havaya karışır. Dert çeken çilekeş, “ah” ile döker içindekileri. Rahatlık veren nefes, “oh”larladöner havaya. Ruhu dirilten hava kalbe dolduğunda, “Hay” sedasıyla kavuşur aslına.
Söz ustası, kelime hamalı Nietzsche! Dionysos’un sırtında, trajedi ile dolu bedenine musikiyi kanat olarak takıp, Apollon’a yükselmek isteyen bir çılgın! Gece gündüz kendisini izleyen Şeytan’ın, en gizli düşüncelerine girip söylediği söze meftun! “Sonsuz döngü”den bahsedip, tekrara saplanmış bir bataklık dâhisi!
Nietzsche gökyüzünde dönen kartala hayranlıkla bakarken, kendisini kanatların açtığı girdabın havasına bıraktı. Soluduğu havanın her an farklı olduğunu anlayamadan geçici cezbenin rüyasında battı.
Mevlana ise kanat açıp daireler döndü. Lakin her bir dönüşünü geride bıraktı. Dünü, dünde bırakıp, yeni sözleri düne bıraktı.
Her gün ve her an gördüğüm her şey eşsiz. Kim demiş güneş, dünkü güneş diye! Aynı yönden doğup, aynı yönden batsa bile! Benim yönüm her an değişiyorsa, gördüğüm güneş, ay ve yıldızlar hep eşsiz.
Her gördüğüme eş ararım, bir kısmını düne bağlar, tekrara katarım. Ama eşleştirdiğim her şey bir, bir, bir: eşsiz.
Aslında dünün tekrarı yoktur, hayatı her an yeni yaşarım, ama yine de her birini eskiye katarım.
Hiç aynı yere basmadım, aynı yerde yatmadım. Aynı gözlere, eski gözlerle bakmadım. Eskiden aldım ama eskide bırakmadım. Eski yolları yeni adımlarla aştım. Yollar ayağımda aşınırken, her bir zerresini canıma can diye kattım.
Her an biri ölür, biri dirilir. Benim içimde ölen de dirilen de eşsiz. Acılar bir önceki acılar değil, sevinçler keza. Hayat ardımda dürülür, önümde serilir. Yürüyüş değişmez Hakikatedir ve deveran Hakikatledir. Hakikat, müminin kalbindedir.
Nietzsche gönlündeki güneşi kararttı, elinde tuttuğu fenerin cılız ışığını yaktı, çarşı-pazar Tanrı’yı aradı. Zerdüşt olup, nefsinin mağarasına girdi, insanlardan kaçtı. Yapacağı, ellerini göğe açıp, başını kalbine yaslamaktı. Lakin O, hayvanlar âlemine kucak açtı, arıyorum vehmiyle hep Tanrı’dan kaçtı.
“Nasıl içip bitirebildik denizi, gökyüzünü silmemiz için elimize süngeri kim verdi?” diyen Nietzsche’nin ıstırabı kelimelerinden belli. Ne hazin ki denizi içenler karada boğdu Nietzsche’yi. Ve gökyüzünü silen sünger kanını emdi. Nihayet Tanrı buyurdu; ölümü ilan ederken niceleri gibi Nietzsche de can verdi.
Kelimelerde var olanı, yine kelimelerle yok etmek mümkün mü? “Tanrı öldü” derken, Onu zikretmek suretiyle, aslında Onun varlığı ifade edilmiş olmuyor mu? O halde ölümsüzlük dilde yaşamaktadır.
Gök mavi, deniz mavi! Gök ile yerin ak direği şimşeği göremeyen, mütemadiyen kıyıları yoklayan dalgaları duyamayan ıstıraplı ölümlü, yerin altında kimbilir ne duyar şimdi!
Bulutlar kara olsa da kaldır aradan, sen yeter ki aczini beyan ile isteğini dile dök gönülden, sana açar göğü Yaradan. Lakin şimdi Nietzsche’nin insanları için Dionyzik cümbüş, efsane olmaktan çıkmış, muhayyiledeki trajedi muhal değil, hâl olmuş.
Âlem döner durur. Durmaz elbet ama öyle zanneder zamanın hamalı. Âlemi sırtında taşımayan hemhal ise kâh gökyüzüne çıkar seyreyler âlemi, kâh iner yeryüzüne seyreyler âlem kendini. Mevlana’nın dediği gibi “şu akıp giden kum seline bak; ne durması var, ne dinlenmesi. Bak birdenbire nasıl bozuluyor dünya. Nasıl atıyor bir başka dünyanın temelini” Zaman, akıp giderken arkasına katıp sürükler âlemi:
“Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.”
Birbirine karışmaz sular vardı. Görünmezlik vehminde olan el, suları birbirine karıştırmakla meşgul! Nurlu ve kirli sular iç içe giriyor. Hakikati arayan edebiyat, yatakları kendi mecrasına döndürüyor ve karışmış olanı arıtıyor.
Biz de değişir dururuz. Durmayız elbet, lakin belki duruluruz. Zamanı yakalamaya çalışırken, yere tutunuruz. Tam yol aldık derken aklanır başımız. Maziye dudak büküp, hali perişan eyleriz. İstikbâle gönül bağlar, âlemi değiştirmek isteriz. Dünya değirmeninde, taşın altına gireriz de tanelenir, una döneriz.
Ömrün yarısında zaman geçirmek için çaba sarfederiz ve hatta canımız sıkılır, yelkovan ve akrebe hükmetmek ister, alelacele takvimden bir yaprak daha sökeriz.Yarısından sonra zamanın akışına hayret eder, sonra tutmaya çalışırız zamanı, lakin onun hışmına uğrarız. Takvimin yapraklarını koparmak için acele etmez ve hatta ona küseriz. Mehmet Çınarlı’nın kaleminden seslenirsek: Acıklı günlere gelip dayanınca/ Kapadık usulca zaman perdesini.
Kelebeğin kanadına yüklenmiş, kâinatı değiştirebilme gücü. Çırpmaya görsün, fırtınalar koparır Venüs’te. En zor olan ise kendini değiştirmek! Kozanın içinde inzivada değiştirir kendini. Ses vermez, feryat etmez, göze görünmez. Ömründen gider, lakin bir başka güzelleştirir âlemi.
Zaman, yaratılmış bir mahlûk.Mahlûkat âleminde insan padişah.Mahlûka boyun eğip zamana uymak zübde-i âlem olaninsanın kabulü değil. Gelecek, halde demlenir. Ne yazık ki şimdiler hep ertelenir. Kader mi? “Sakın kader deme, kaderin de üstünde bir kader vardır”. Gücün yeter mi? “Ne yapsalar boş, göklerden inen bir karar vardır”. Teslim olmak mı? “Yenilgi yenilgi büyüyen zafer vardır”. Varlık davası mı? “Vardan da yoktan da öte bir var vardır.”Ümitsizlik mi? “Senden umut kesmem, kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır.”
Değişim kavramının işaret ettiği istikamet belli değil:Gelişmek, ilerlemek ya da gerilemek!Lakin çağın hükmü sürekli “ilerlemek”. Zamanda sonralık, ileride olmak. Modernizmin raf ömrü doldu; artık hedef gözde ürün postmoderne sahip olmak. Modernizmin postuna nesneler konarken, yegâne gaye onlara sahip olmak. Bizatihi kendisinin köle olduğunu anlayamayan “sahip”, özne olma davasında!
İlerleme veya gerileme, her halükârda değişim eskisinden daha hızlı. Geçmiş, son sürat gittiğimiz otomobilin dikiz aynasında. İleri bakarken geçmişe ancak göz atabiliyoruz. Geride bıraktıklarımız, ilerleme sevdasının hışmına uğruyor. Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik ise de bir arpa boyu yol gidip gidemediğimiz zamanın sorgu askısında.
Zamanı inşa edenler ve onun peşine takılanlar! Peşine takılan her zaman geride! Gerideki ile ilerideki gönül ilişkisiyle birbirine bağlı. İpin ucu gidenin elinde, hasret ve perişanlık ise ona gönül verende:
O gül endâm bir al şâle bürünsün yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün. (Enderunlu Vasıf)
Povers’ın belirttiği gibi “şimdiki zaman hep acılı bir değişim sürecinden ibaret olduğu için, her kuşak dünyaya geçmişte bakar. Medusa’ya cilalı bir kalkanın ardından, bir dikiz aynasıyla bakılır. Romalılar, Antik Yunan dünyası konusunda saplantılıdırlar; Yunanlılar ise (…) kendilerinden önce gelen kabile dünyası konusunda. (…) İnsanlar yaşantılarını, bir önceki dönemde yapılmış olanların akla uygun taklitlerini yaparak geçirirler. Rönesans insanı, eleştirel olmayan klasikçiliğin zorlamasıyla, akıl ve imaj olarak Orta Çağ’da yaşar. Ondokuzuncu yüzyıl insanı Rönesans’da yaşar. Biz ondokuzuncu yüzyılda yaşıyoruz. Batı dünyasında, kendimize ilişkin toplu imajımız, o dönemden kalmadır. (…) Şimdiki zamanda olan odur ki, artık değişim öyle büyük bir hızla gerçekleşmektedir ki dikiz aynaları işe yaramazlar.”
Yenilik çağında yaşıyoruz. Markanın yalvarışına ve davetine uymuş, değişimin prangasına vurulmuşuz. Kendimizi değiştirmeye gücümüz yetmeyince, kürke dadanmışız. Bir kürk için ne minnetlere batmışız. Her ne kadar Nasreddin Hoca’dan çok evvel ziyafet kürke çekilmişse de, şimdi kürkün içi boş kalmış. Mazrufsuz zarf hayaleti, can derdinde! Aynadaki akiste aranan güzellik, minnet eylemede:
“Âyînedekî aksine nâzeyliyenâfet
Bir haftada eyler iki kez berbere minnet” (Nabi)
Her yenilenme için bir ölüm gerek. Azrail’in gözünün içine bakıp, canından geçerken kendine gelmek! Değişmek sancılıdır, değiştirmek de öyle. Doğan da, doğuran da feryatta!Kaknus gibi küllerinden doğmak ya da yılan gibi deri değiştirmek:
İnce uzun bir hayvan
Çarpıyor
Çarpıyor
Çarpıyordu kendini taşlara.
Canı mı sıkılıyor
Can mı çekişiyordu yoksa?
Yok efendim dedi yanımdaki adam
Gömlek değiştiriyor yılan
Bu hallerden anlarız dedi az çok
Biz de sınıf değişmiştik bi zaman (Can Yücel)
Söz konusu insan ise yürünen öyle bir yol ki dönüşü yok. Gidende sükût var, geride kalanda çığlık! Gidenler yerlerinden memnun mu, değil mi bilinmez ama gelebilen yok:
Bir candır bu bir andır bu
Giden gelmez bir handır bu
Dağ taş değil insandır bu
Gelsen de bir gelmesen de (Osman Yüksel Serdengeçti)
Değiştik mi gerçekten? Değiştirebildik mi? Biz mi yoksa toprak mı insan kanına doymuyor? Kabil’den beri kardeşler kan içiyor. Silah değişse de ölüm değişmiyor. Mahşerin kızıl atlısı dörtnala koşuyor. Batıda kararı Ares veriyor. Batıla saplanmış doğu, “illallah” dese de “la ilahe” diyemiyor. İlahlar Küfüristan’da kol geziyor. Edebiyat da bunu kahramanlık destanı diye yazıyor. Küfürle savaş mı? O, başka bir bahara!
“Neler duydu şu dünyada
Mevlidine hayran kulaklarımız;
Ne adlar ezberledi ey nebi!
Adına alışkın dudaklarımız..
Artık yolunu bilmiyor,
Artık yolunu unuttu
Ayaklarımız
Kâbe’ne siyahlar
Yakışmamıştır ya Muhammed!
Bugünkü kadar!”(A.N. Asya)
Değişim; bir şey kaybolurken, başka bir şeyin onun yerini alması. Devri daim odalar boşalırken, başka bir misafirin konaklaması. Edebiyat; odanın duvarına yazı yazması. Ölümsüzlük; zamana meydan okuyup, her nesle kendini okutması.
Edebiyat, değişimin içinde değişmeyeni dile getirmek. Değişme gerçeğini, değişmez Hakikatte aramak. Görünmeyeni latif nefesten nefyedebilmek âleme ve kelime ile diriltebilmek. Kalemin içinde kan hızla dolaşırken kolaydır karalamak, edebiyat ölürken de yazabilmek:“Âlâyiş-i dünyâdan el çekmegeniyyet var/ Yakında ademdirler bir şehre azîmet var. Bu hâlet ile ey dil sağ olmada âlemde/ Derd ü gam-ı dilberle ölmekte letâfet var” derken,Bakî olmak var.
Lakin değişen dünyada gaye görünür olmak. Bedenler “göster kendini” emrine itaatle, endam sergilerken; teşhir ilerleyerek, teşhircilik edebiyatın aslî konusu olmuş. İtina ile seçilmiş kelimelerin edeple ifade ettiğien latif duygular, edebi atan kalemlerin kara-kuru kelimelerinde dile geliyor. Yatak odası, kitap kapağının arasına konulunca adı roman oluyor. Kelimeler manadan soyulunca, “çıplak gerçeklik sanatı” diye kendini gösteriyor. Her şey göze hitap ederken, sayfalarda harfler gözümüzün içine giriyor. Akıbet odur ki gözde olan gözden düşüyor.
Kelimeler,
Görünenden önce,
Gözden önce gözde,
Hakikatler kelimelerin ötesinde,
Lakin
Bilinen sözde,
Göz perdede,
Gönül özün hasretinde.
Hayatla birlikte kelimeler de değişiyor. Edebiyatın sermayesi kelimeler. Yeni kelimeler dâhil oluyor dünyamıza. Bazı kelimeler ise mana kaybına uğruyor ya da unutuluyor. Kimi de mana zenginliği kazanıyor. Velhasıl kelimeler bizimle ve bizim gibi yaşıyor. Sermaye arttıkça zenginleşiyor edebiyat, fukaralık ise el açtırıyor ağyara. Yabancı kelimeler istila ediyor dilimizi. Biz edebiyata, edebiyat bize yabancılaşıyor.
Hayat mı edebiyatı değiştiriyor, yoksa edebiyat mı hayatı? Okuduklarımız hayatımızın romanı mı? Sevdalarımız, nefretlerimiz, ümitlerimiz, korkularımız ve ülkülerimiz! Satırlarda izini sürebiliyor muyuz? Dost-düşman, konu-komşu, arkadaş, ülküdaş ve sevgili! Karton kapak arasında evsiz-barksız mı kalmışlar? İstila, harflerden hücrelere kadar mı dolmuş? Bayburt’tan Zihni’mize kalem hüzün damlatmış:
Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı
Hali, hayal ile mürekkep eyleyip gönlünde damıtarak çeker kalemine yazar. Sayfanın ak yüzüne damlalar halinde döker içini. Okurlarını hayallerine katar, geleceği inşa etmek için nicelerini peşine takar. Değiştirici tılsım, kelimelerin seçilmesi ve sıralanmasında gizlidir.
Edebiyatçı ayna tutar âleme. Bilim adamı tavrıyla olanı, olduğu gibi aksettirme davasında ve derdinde değildir. Edebiyatçının aynası düz ve sert değil, esnektir. Bazen içe kıvrılır, küçültür gördüklerini; bazen de dışa döner, deve dönüştürür pireleri. Dünya, kıvrak çalımlar atsa da, görünene değil gördüğüne itibar eder sanatkâr. Değişmeden önce değiştirir dünyayı.
Edebiyatta akseden sıra dışı hayatlar, okuyucuyu cezbedebilmekte. Aykırılıklarla dolu tavırlar, yapraklara sürülüp, satılma derdinde. Sayfalarda ifşa edilen fuhşiyat ayartma peşinde.
Uykudan önce başucunda takip edilen satırlar, seyrine rüyada devam etmekte. Rüya göremeyen millet, ağyarın rüyasını, gündüz gözü ile kâbus olarak görmekte.
“İndi öz kökünden üzülen menem.
Özge budaglara düzülen menem.
İndi ne sen, sensen, ne de men, menem.
Biz ki, biz değildik, bize elveda.”(Bahtiyar Vahapzade)
Kıssalar, kısaldı; hisseler ufaldı. “Ebu leheb ölmedi ya Muhammed! Ebu cehil; kıt’alar dolaşıyor…”; çocukları şeytanla zinada; iğreti otlar çoğaldı. Saldı veled-i zinasını yüreğimize, içimiz daraldı. Hasret, ol Fatıma soyuna; kurtarış, Seyyid Battal Gazi’nin torunlarına kaldı.
Aynı anda birkaç nesil bir arada. Nesiller arasındaki fark, evvela hızla açılıyor, sonra daralıyor. Nine, anne ve torun; aynı dünyada, başka rüyada! Nine rüyasını torununda mı seyrediyor yoksa? Dünün anneleri, bugünün ninesi!
“Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları.” (N.F. Kısakürek)
Ve evin katları birbirinin üstüne yığılıyor. Arabaya sevdalanan Bihruz Bey’ler; geçmişi anlayamayıp, geleceği göremeyen Felatun Bey’ler; heyhat çeken Rakım Efendi’ler dünün roman kahramanları değil. “Turfanda mı Turfa mı?” sorusu mazide kalmış değil. Yapraklar, itibarını kaybedip bahçeye düşerken, “Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahardan” mısraıyla hüzün sarsa da ruhumuzu, yaşadığımız son değil bir güzbaharı.
“Hazan ki durmadan evrakı su-be-su dökülür
Hazinesinden eteklere reng ü bû dökülür
Ne inkıraz-ı baharan ki han-ı yağmada
Şerap mahzeni cem’densebusebu dökülür” (Yahya Kemal)
Müşterek hayat içerisinde herkes bir hâl içinde. Türlü türlü dertler var insan içinde. Kadim duygular yenilenerek, yeniden karşımıza çıkarken, edebiyat ezelin ve ebedin içinde. “Dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran bî-sükûn/ Derdçoh hem-derdyoh düşmen kavîtâli’ zebun” sözü halden anlayan için Fuzulî değil. Hemhal bulmaktaki güçlük, bugüne has bir zorluk değil:
Mürekkebim yoktur bir defter edem
Yazam da sorayım yarime bari
Halden bilen yok ki halim arz edem
Bir nusha süreyim serime bari. (Pir Sultan Abdal)
Okuyan ve okunan ilişkisi mahrem bir alan. Yazar, her ne kadar kendisini kaleme alıp, satırlara dökse de; okuyan kelimelerde kendisini görüp, sözleri kendisine okur. Kendisi de yazarsa okuduğu kelimelerden yeni bir eser dokur. Edebî metnin, ebedî döngüsü budur. Zihnimizde dans eden kelimeler bir kez söz raksına başlayınca, artık kendisine bir başka zihinde dans edecek yeni eşler bulur. Her zihin bizim kelimelerimizi kendisinin yapar. Hiçbir kelime seyahatinde başlangıç noktasındaki gibi kalmaz. Kendisine yeni oynaşlar bulur.
Kelimeler,
Ölümlülerin
Dillerinden gök kubbeye gönderdikleri
Ölümsüzler
Kendilerine her daim bir ölümlü mekân bulurlar,
Onların canından can alıp,
Candan cana kan olurlar.
İki kapılı handa gelen giden çoksa da, yalan söylemeyen taşlar yerinde durur. Yalan söyleyen insan çoksa da, doğrular göğe doğrulur. Herşeyin hesabı, her iki âlemde de sorulur.
Ben nihân oldumsa âsârımnihân olmaz durur
Şânımı ahlâfa sît-i câvidânım söylesin (Muallim Naci)