Trenin rayda gitmesi, bir nizama tâbi olmasıdır. Böylece tehlikesizce sefer yapıp durur. Şayet tren hürriyet ve serbestliğini nizamda yâni rayda bilmez de, bunu esaret zannederse, serserilik ve başıbozukluk olan raydan çıkmağı da hürriyet sanıp raydan çıkarsa ne olur?
İnsan da Yaratıcının koyduğu nizamı, esaret sanır, nizamdan çıkmayı da hürriyet diye algılarsa ne olur? Raydan çıkan trenin durumuna düşmez mi? Nasıl ki trenin hürriyeti raylar arasında kalmaktan ibaret ve aksi felaketse insanın hürriyeti de yaratanın koyduğu ahlâk çerçevesi içinde kalmaktır. Aksi takdirde kendisini helâk etmiş, tehlikeye atmış olmaz mı?
İnsanlar da kendilerine çerçeve çizmek istediler. İnsanlığa refah ve huzur getirmeye kalkıştılar. Onlar da güya beşerî Ahlâk Sistemleri oluşturdular! Bu uğurda Komünizm, Sosyalizm, Kapitalizm, Nazizm, Faşizm vb. gibi bir sürü sonu -izm’le biten sistemler ortaya koydular. Ama hepsi az veya çok insanlığı kana boğdular. İfrat ve tefrite düştüler! Aşırı geri kaldılar, aşırı ileri gittiler! Dünyayı kan gölüne çevirdiler. Güya insanlığa iyilik sanarak çok büyük kötülük yaptılar. İnsanlara kan kusturdular, inim inim inlettiler!
Bir bakıma doğru, bir bakıma yanlış teoriler ürettiler. Körlerin fili tarif edişleri nisbetinde doğruluk derecesi çok az, yanlışları ise pek çok olan hipotezlerle çıktılar insanların karşısına. Ama sonuç koskocaman bir hiç oldu!
Oysa o -izm’lerdeki çok az olan güzel taraflar, İslâm’da zaten vardı. Üstelik o -izm’lerde yer alan büyük yanlışlar İslâm’da hiç yoktu. İslâm öyle bir çerçeve çiziyordu ki insana: “Efrâdını câmi, ağyârını mâni.” Yani “Bütün faydaları içeren, fakat tüm zararları dışlayan” üstelik iki cihan saadetini sağlayan muhteşem bir çerçeve.
Üstelik, İslâm’ın çizdiği çerçeve, bütün -izm’lerin kötü ve yanlış taraflarına yer vermiyor. Fakat varsa tüm güzel taraflarını barındırıyor. Şüphesiz ancak yapanın bilmeye, bilenin konuşmaya hakkı vardır. Nitekim Allah bilmiş. Kur’aniyle bildirmiş. Peygamberiyle seslenmiştir bizlere. Öyleyse O’nu dinlemeli, O’na kulak vermeliyiz.
İşte ecdadı izamımız, Nebiyyi Müçtebaya kulak verdikleri, O’nu can kulağıyla dinledikleri için, her iki dünyanın saadetine erişmişler, Allah’a kul oldukları nisbette dünyanın efendisi olmanın ince sırrına ermişlerdir. Nitekim bu eriş sırrının onlara nasıl muhteşem bir tablo çizdirdiğini somut misallerle göreceğiz. Örneklemeye geçmeden önce insanın mahiyeti üzerinde ahlâkın gerekliliğini daha iyi anlamak için biraz duralım.
İnsanlar ve mâdenler arasında benzerlikler vardır. İnsanlar, mâdenler gibidir. Madenler yeryüzünün çeşitli yerlerinde bulunur. Özellikle dağlar maden depolama görevini de üstlenmişlerdir. Medenî yaşayışımızı sağlayan her çeşit âlet ve edevat genellikle madenlerden yapılır. Her madenin kendine has özellikleri vardır. Bu özellikler insanın farklı ihtiyaçlarını karşılamakta işe yarar.
Madenler olmasaydı hâlimiz nice olurdu? Mesela demir olmasaydı veya petrol bulunmasaydı, insanlık -bugüne göre- kimbilir nasıl farklı bir durumda olurdu.
Madenler insanlık hizmetinde, insan tarafından şekilden şekle sokuluyor. Bin bir ihtiyacımıza cevap verecek durumlara getiriliyor. Fakat bütün bu çeşitli durumlarda maden keyfiyetini koruyor, asliyetini muhafaza ediyor. Benliğini devam ettiriyor.
Mesela altını ele alalım: Altın küpe, altın yüzük, altın tabak, altın para vb. gibi bin bir surete sokuluyor. Fakat hangi şekil ve hizmet içinde bulunursa bulunsun “altın” oluş vasfını hiç bir zaman kaybetmiyor.
Demek ki altının huyu sayılan niteliği değişmiyor. Sadece bu niteliğe değişik mecralar, akış yönleri veriliyor. Altının değişmez olan fıtratına yani kabiliyet ve istidadına yeni görünüşler, yeni bulunuşlar sağlanıyor. Hizmet alanı genişletiliyor. Fakat altının altın oluş keyfiyeti bozulmuyor. İstese de bozamıyor insan.
Bu açıdan suyu da inceleyelim: Suyun en büyük vasfı akıcı olmasıdır. Suyun akıcılık vasfı sudan alınamaz. Bu mümkün değil. Su başıboş kalırsa, en ufak bir meyil bulduğu takdirde hemen akar. Su ne kadar çok, meyil ne kadar fazla ise o.