Ebüssuûd
Efendi; Kanûnî Sultan Süleyman Han’a rağmen ‘meşrû olmayan bir iş veya nesne, padişah emriyle meşrû hâle gelmez’
fetvâsıyla hatırlanmaktadır. Osmanlı toprakları dışındaki İslâm coğrafyasında
da itibar sâhibi olmuş ve eserlerinin etkisi günümüze kadar devam etmiş bir
âlimdir.
Kanunnâmeler
hazırlattığı ve birçok âlim yetiştirdiği için ilmiye sınıfı uzun bir müddet zâfiyet
göstermemiştir. Ebussuud Efendi aynı zamanda iyi bir şâirdi. Türkçe şiirleri
O’nun edebî yönünü ortaya koyuyordu. Arapça şiirleri ise ifâde gücü ve
derinliği ile şiir tekniği açısından muhteşemdir.
Osmanlı Cihan
Devleti’nin -hem edebiyatta hem de siyasette- en ihtişamlı döneminde yaşayan
Ebussuûd Efendi ve eserleri ile ilgili dört adet yüksek lisans ve iki doktora
çalışması yapılmıştır.
Ebussuûd Efendi’nin Tefsir İlmindeki Yeri:
Osmanlı
döneminde yetişen tefsir âlimlerinin çoğu Kur’ân’ın tamamını tefsir etmeyip
daha önce yazılan tefsirlere hâşiye veya ta‘lik yazmakla yetinmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’in bütününü tefsir edenlerin başında yer alan Ebussuûd
Efendi’nin ‘Sultânü’l-müfessirîn /
Müfessirler Sultanı’, ‘Hatîbü’l-müfessirîn’
ve ‘Hâtimetü’l-Müfessirîn’ gibi
unvanları onun tefsir ilmindeki yerini belirlemesi bakımından önemlidir.
Arapça olarak
kaleme aldığı ve Kanûnî Sultan Süleyman’a sunduğu ‘İrşâdü’l-akli’s-Selîm ilâ mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm’ adlı eserinde
Ebussuûd Efendi, Kur’ân’ın Kur’ân ve hadisle tefsirine önem vermiş, esbâb-ı
nüzûl, nesih, kıssalar, fıkhî ve kelâmî meseleler, dil, kıraat, İsrâiliyyat*,
muhkem ve müteşâbih gibi mevzular üzerinde durmuştur. Belâgat ve i’caz, âyetler
arasındaki münâsebetler gibi tefsir ilminin inceliklerini ele almıştır. Ehl-i
sünnet akidesine sıkı sıkıya bağlı kalması, zekâ ürünü buluşlarının çokluğu,
âyetler arasındaki tenâsübün mükemmel şekilde incelenip açıklanmış olması
sebebiyle O’nun eserinin Zemahşerî’nin el-Keşşâf, Beyzâvî’nin Envârü’t-Tenzil
isimli tefsirlerinden daha üstün olduğunu söyleyenler vardır.
————————-
*İsrâiliyyat Meselesi: ‘İsrâiliyye’
kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘İsrâil milletine âit bir kaynaktan aktarılan
kıssa veya hâdise’ mânâbındadır.
Terim olarak
İsrâiliyyât; İslâm’a, özellikle tefsîr ve hadis ilmine girmiş olan Yahudi,
Hristiyan ve diğer dinlere ait kültür kalıntılarıyla, dinin lehine veya
aleyhine uydurulmuş, Peygamber Efendimiz’e, sahâbe ve daha sonra gelen
nesillere izâfe edilen her türlü haberlere denir. İslâm’ın özüne ve ilkelerine
uymayan her şey bu kelimenin kapsamına girer. Tefsîr ve hadise daha çok Yahûdi
kültüründen girdiği için bu kelime kullanılmıştır.
İsrâiliyyât, senet ve
metin yönünden sahîh ve sağlam veya zayıf veya uydurma olabildiği gibi inanç,
ibâdet, dinî ahkâm, va’z ve nasihatla ilgili de olabilir. İsrâiliyyât, İslâm’a
uyup uymama bakımından üç kısımdır. İslâm’a uygundur veya İslâm’a zıttır veya
doğrulama veyahut da yalanlama imkânı yoktur. İslâm’a uygun olmayan söz, kıssa
ve haberleri kullanırken çok hassas olmak gerekir.
Osmanlı
Devleti daha kuruluş safhasında inanç sistemi; Şeyh Edebali ve devletin ilk
kadısı olan Dursan Fakih tarafından Ehl-i Sünnet ve’l cemâat sistemi üzerine
inşa edilmişti. Ebüssuûd Efendi bu sistem üzerine hareket etti. Buradaki sünnetten maksat, dini tebliğ ve
beyan etmekle görevli bulunan Hz. Peygamber’in İslâm’ın temel konularını anlama
ve benimseme tarzıdır. Cemaat kavramı, her devirdeki Müslümanların büyük
ekseriyeti ve müctehid âlimler gibi farklı şekillerde yorumlanmışsa da vahyin
ilk muhatapları olup inanç, ibâdet, hukuk ve ahlâk cepheleriyle İslâm’ı bir
bütün olarak sonraki nesillere aktaran ashap cemaati anlamına geldiği yolundaki
görüş tercih edilmiştir. Bu anlayış diğer yorumların da temelini
oluşturmaktadır. Buna göre Ehl-i sünnet’i, ‘Hz.
Peygamber ile berâberindekilerden oluşan cemaatinin dinin temel konularında
tâkip ettikleri yolu benimseyenler’ diye târif etmek mümkündür. Bu târifte
yer alan ‘dinin temel konuları’ndan,
İslâm’dan olduğu kesinlikle bilinen ve ‘usûlü’d-dîn’
diye de adlandırılan hususlar kastedilmektedir.
Ebüssuûd
Efendi, Ehl-i Sünnet ve’l cemâat akidesine sıkı sıkıya bağlıdır. Şah İsmâil
döneminde ‘Kızılbaşlar’ olarak anılan
grup ile günümüzde ‘Ezidiler’ olarak
anılan Yezidiler aleyhinde hükümler ihtiva eden fetvâların temelinde bu
bağlılık vardır. Ancak bu durum, kasıtlı olarak çarpıtılmaktadır. Kızılbaşlar,
Osmanlı Devleti’nin parçalanması yönünde faaliyet gösterdiği için ve daha da
önemlisi, kendileri gibi düşünmeyen Ehl-i Sünnet ve’l cemâat mensuplarını
katletmiş olmaları sebebiyledir. Osmanlı yönetimleri, hiçbir zaman din savaşı
yapmamış, başka dinden olanları inançlarında dâima serbest bırakmıştır.
Ebussuûd Efendi’nin Hukuk Alanındaki
Hizmetleri:
İlmiye ve
devlet teşkilâtında altmış yıl kadar görev yapan Ebussuûd Efendi’nin en önemli
hizmetleri hukuk alanında yaptığı çalışmalardır. Ebussuûd, hem şer‘î hukukun
gölgesinde örfî hukukun ve kanunlaştırmanın gelişmesine imkân hazırlaması, hem
de İslâm hukukunun klâsik devrine ait görüşleri yorumlayarak döneminin
problemlerine çözüm getirmesi özelliğiyle İslâm ve Osmanlı hukuku alanında
önemli hizmetler yapmıştır. Bugün elde bulunan fetvâ koleksiyonları ve
risâleleri, O’nun doktriner ve geleneğe dayalı / klâsik bir hukuktan ziyâde
pratik değeri olan ve değişen şartlara göre farklı çözümler üretebilen bir
hukuk anlayışına sâhip olduğunu göstermekte ve bu ona diğer Osmanlı
şeyhülislâmları arasında farklı bir yer kazandırmaktadır
Ebussuûd
Efendi’nin yargılamada ve fetvâda Hanefî mezhebinin yerleşik görüşlerinin esas
alınması hususunda titizlik göstermesi, mutaassıp bir Hanefî olmasına değil
yukarıda zikredilen maksat ve gerekçelere dayandığından, sosyal şart ve
ihtiyaçlar değiştiğinde mezhepte yerleşik görüşlerden vazgeçip sistem içinde
farklı çözüm arayışlarına gittiği de görülür.
Ebussuûd Efendi’nin Şahsiyeti:
Ebussuûd
Efendi kaynaklarda uzun boylu, ince yapılı, uzun sakallı, güleç yüzlü, vakur,
faziletli bir kişi olarak tanıtılır. Etrafındakilere oldukça yumuşak davrandığı
halde heybetinden meclisinde kimsenin ağzını açamadığı, sözlerinin hürmetle
dinlenildiği belirtilir. Müderrisliği sırasında bayram tâtilleri dışında
dersini asla ihmal etmediği, müftülüğü zamanında her gün yüzlerce fetvâ
vermesiyle meşhur olduğu nakledilir
Ebussuûd
Efendi’nin şeyhülislâm olması bu kurumu diğer ilmî müesseselerin üstüne
çıkarmıştır. Ondan önce şeyhülislâm maaşı günlük 200 akçe iken ‘İrşâdü’l-akli’s-Selîm’ adlı tefsirinin
bir bölümünü Kanûnî Sultan Süleyman’a takdim etmesi üzerine Bayezit
müderrisliğiyle beraber 300 akçe zam yapılarak maaşı günlük 500 akçeye
çıkarıldı. Tefsirini tamamlayınca maaşı 100 akçe daha arttırılarak şeyhülislâm
yevmiyesi 600 akçe oldu. Böylece şeyhülislâmlık hem maddeten hem de mânen
kazaskerliğin üstüne çıkarıldı. Ayrıca yüksek seviyedeki müderrislerle
mevleviyet kadılarını tâyin etme yetkisi şeyhülislâmlara verildi.
Şeyhülislâmlığın önemi artınca kazasker, mevleviyet kadıları veya
müderrislerden uygun görülen birinin bu makama gelebilmesi için önce Rumeli
kazaskeri olması şartı konuldu.
Anadolu irfanının
yetiştirdiği Osmanlı Şeyhülislâmı, Hukukçu ve Müfessir; Ebussuûd Efendi Osmanlı
Cihan Devleti’nde en uzun süre ile şeyhülislâmlık yaptıktan sonra, 23 Ağustos
1574 târihinde 84 yaşında iken İstanbul’da vefat etti. Cenaze namazı Fâtih
Camii’nde Kadî Beyzâvî tefsirine hâşiye yazan Muhaşşî Sinan Efendi tarafından
kıldırılıp Eyüp Camii civarında kendisinin inşa ettirdiği sıbyan mektebinin
hazîresine defnedildi.
Ebussuûd Efendi’nin Hayır Eserleri:
Ebussuûd
Efendi birçok hayır eseri yaptırmıştır. Eyüp Sultan’daki zâviye, sıbyan mektebi
ve sebilden oluşan külliyesinde kendi mezarının da yer aldığı aile hazîresi
bulunmaktadır. İstanbul’da Macuncu Odabaşı mahallesinde kendi adıyla anılan bir
çeşme ve hamamla İskilip’te babasının türbesi yanında cami, imâret ve mektep;
ayrıca Kırım’ın Kefe şehrinde bir câmi, İnebahtı’da bir mescidle Şehremini
Ereğli mahallesinde bir sıbyan mektebi inşa ettirmiştir.
Mektep, Eyüp
Meydanı’nda, Camii Kebir Caddesi üzerindedir. Arkasında Saçlı Abdülkâdir Efendi
Camii ve sol tarafında ise Sokullu Mehmed Paşa Türbesi bulunmaktadır.
Mektep
binasının inşa târihi bilinmemektedir. Önündeki hazirede bulunan en eski mezar
taşı. 1562 yılına târihlenmiştir. Buna dayanılarak sıbyan mektebinin 16.
Yüzyılın ilk yarısında yapıldığı tahmin edilmektedir. Bânisi Şeyhülislân
Ebüssuûd Efendi’dir.
Bina,tuğla
hatıllı olarak muntazam kesme taştan yapılmış olup ahşap çatılı ve geniş
saçaklıdır. Bu yapı, İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü’nce, 1957 yılında Yüksek
Mimar Vasfi Egeli’ye restore ettirilmiştir. Yan tarafındaki Eski Kavaşar Sokağı
ortadan kaldırıldığı için yapı meydana çıkmıştır. Klasik bir yapı olup kitâbesi
yoktur. Ebüssuûd Efendi’nin muhteşem lahdi mektebin önündeki hazirededir. Baş
ve ayak taşlarındaki kitabesi Arapçadır.
Mektebin
haziresinde gömülü olanlardan bâzıları:
Ebüssuûd
Efendinin oğlu müderrisinden Mustafa Efendi (1599), Ebüssûd-Zâde Ahmed
Efendinin oğlu ve Şeyhülislam Bahayi Efendinin kerimezâdesi müderris Sa’deddin
Yahya Efendi (1717), Mehmed Çelebi bin Şeyhülislam EbüssuûdEfendi (1760),
Ebüssuûdevladından İsâ-Zâde Mehmed Sa’düddin Efendi (1867), Evlâd-ı
Ebû’s-su’ud’dan ve mevâlii uzamdan İsâ-Zâde Sa’düddin merhumun damadı, teşrufâti-i
Divân-ı Hümâyun kalemi hulefasından ve erbâb-ı ma’âriften hattat merhum ve
mağfuren leh Mehmed Vahdeti Efend (1871), Ebüssuûd evladından mütevelli-i sâbık
İsâzâde Sa’düddin Efendinin eşi Hadice şerife Peyker Hanım (1889)., Ebüssuûd
Efendi ahfadından Divân-ı Hümâyun kuyud odası mümeyyizi Rıza Safvet Bey’in eşi
ve Sofu elhac Ahmed Efendinin kızı Refıa Hanım (1892).
İRŞÂDÜ’L AKLİ’S-SELİM – 2
Bilmen Hoca’nın belirttiği ikinci husus İbrâhim
Sûresinin 34. âyetinde geçen (…ve in teuddû nimettallahî la tuhsuha..)
ibâresi hakkındadır. Muhterem Bilmen Hoca’yı dinleyelim.
Bu âyet-i kerîme
İlâhî nimetlerin gayri mütenâhi olduğunu nâtıktır. (söyler). Fahreddin-i Râzî
gibi bazı mütefekkir müfessirler, Cenâb-ı Allah’ın bilhassa beşeriyet hakkında
mütecelli olan, mütenevvi, sayılması gayri kaabil nimetlerinden bir kısmını bir
levha hâlinde enzar-ı intibaha vaz’edecek beyanatta bulunmuşlardır. Fakat bu
bab’da Ebüssuûd merhum, pek güzel bir hikmet ve belâgat levhası meydana
koymuştur.
Zemahşerî, bu âyet-i
celile’nin tefsirinde şu kadar bir şey söylüyor. ‘Cenâb-ı Allah’ın nimetlerini
hasren beyan edemezsiniz. Tadadına (sayımına) ve nihâyetine vusule (ulaşmaya)
muktedir olamazsınız. Bu, nimet-i İlâhiyyeyi icmâlen (özetle) tadad etmek
istenildiği takdirdedir. Tafsiline gelince buna zaten Cenâb-ı Hak’tan başka
kimse kaadir ve âlim olamaz.’
Aliyyül Kaari’ de bu
mealde olarak şöyle demektedir. ‘Allâh-ü Teâlâ’nın nimetlerini hasredemezsiniz,
efradını değil enva’ını bile saymaya muktedir olamazsınız. Çünkü bu, gayr-i mütenâhidir
(nihayetsizdir).
Şimdi bir kere de Ebüssuûd merhumu
dinleyelim:
Ey İnsanlar! Allah ü
Teala’nın ni’metlerini, sizlere in’am buyurduğu şeyleri saymak isteseniz onları
icmâlen olsun hasra, sayıp bitirmeye kaadir olamazsınız. Çünkü bunlar gayri
mütenâhidir.
Evet… Bu böyledir.
insanlardan herhangi bir ferd olursa olsun, velev ki son derece fakir, derd-ü
belâya mübtelâ olsun, düşününce, görürsün ki bu ferd, sayılması kaabil
olmayacak mertebelerde ni’metlere müstağrak bulunmaktadır, âdeta imkân
dâiresinden hâriç denilecek derecelerde lûtuflara her an mazhar olmaktadır.
Eğer bunda şüphen var
ise, farzet ki, bir ferd, bütün yeryüzüne mâlik bulunuyor, emir ve fermânına en
büyük milletleri itâat ettirmiş, her istediğine nâil olmuş, âlemin hâzinelerini
sıkıntı çekmeden elde edebilmiş, hattâ öyle de takdir et ki, ülkesindeki
taşlar, topraklar kıymetli yakutlardan, nefis inci dânelerinden ibâret… Sonra
da farzeyle ki, bu ferd, ölecek bir hâle gelmiş, böyle bir sırada her nasılsa
yaşamaya vesile olacak bir damla sudan veya bir lokma yiyecekten mahrum
bulunuyor. Şimdi, bu harâretini giderecek bir katre su veya hayâtını kurtaracak
bir lokma yiyecek karşılığında bütün malını-mülkünü / varını yoğunu fedâ etmez
mi? Yoksa mahvolmayı, yok olmayı tercih eder de bu malın, mülkün ve paranın ve
altının karşılıksız olarak elinden çıkmasına râzı mı olur?
Hayır, Hayır… Bütün
bu servet ve varlığını fedâ eder de yaşamasına vesile olan o bir katre suyu
veya bir lokma yiyeceği alır ve bu alışverişinde asla aldanmış sayılmaz.
Demek oluyor ki, bu
hâlde o bir damla su, o bir lokma yiyecek bütün dünyadan binlerce derece
hayırlı imiş. Halbuki insan bunları istediği zaman kolaylıkla elde etmeye
imkânı olur. Ne büyük ni’met!
Yâhud, şöyle de
farzet ki, o ferd, nefesi tıkanarak teneffüsten mahrum kalmış her taraftan
üzerine ölüm gelmekte; şimdi bu ferd, bir nefes mukabilinde, şu elindeki bütün
emvâl ve emlâkini fedâ etmez mi? Evet… Fedâ eder, iyi de etmiş olur. Bu hâlde
bir nefes bütün dünya mallarından hayırlı olmuş olmuyor mu? Hâlbuki insan gece
ve gündüz, her ân ve dakika, uyurken uyanıkken hiçbir bedel mukabilinde
olmaksızın bol bol nefes alıp veriyor, bu herkesçe bilinen bir hakîkattir. Ne
kıymetli bir ni’met…
Ya Rabbî! Seni tenzih
ederim. İlâhî! Senin saltanatın ne büyüktür! Gözler bakışlarıyla seni tam
olarak göremez. Akıllar seni tam olarak anlayamaz. Yüceliğin hiç bir şeye
benzemez, ihsânın ve ikramın, nimetlerin sonsuzdur. Bizler ise seni tam olarak
bilmeye muktedir değiliz.
Görülmektedir ki Ömer Nasuhî Bilmen Hoca bu
tefsiri İslâm dünyâsının en şöhretli tefsirleriyle Râzi ile Aliyyülkaari ile ve
Alûsizâde ile kıyaslayarak nefis bir ilmî ziyâfet sunmakta ve Ebüssuûd Efendi
Hazrederini tebcil ve tefsirini bazı noktalarda hepsinin üzerine çıkarmaktadır.
Bir tevafuk olarak şunu da belirtmek isteriz
ki, Ebüssuûd muhteremin Hakk’ın nimetleri konusunda verdiği misaller devrin
âlim ve şâir padişahı Kanunî Sultan Süleyman’ın ‘Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi. Olmaya devlet cihanda
bir nefes sıhhat gibi’ anlayışına ve anlatışına da uygun hattâ paralel
düşmektedir.
Kıbrıs’ın Fetihi
Fetvası
Ebussuûd Efendi’nin fetvâlarından biri vardır ki önü de sonu
da hem Türk târihi hem O’nun için büyük şeref vesilesi olmuştur. Çünkü Türk
târihinin inşa edici unsurlarından birisi olmuş ve tesirini bugüne kadar
ulaştırmıştır. Üstelik bu fetvâda Ebussuûd Efendi sâdece bir müftü olarak değil
büyük ve muktedir bir devlet adamı gibi hareket etmiştir.
Sultan İkinci
Selim Han Kıbrıs’ı almaya niyetlenmiştir: Sebebi de Kıbrıs adasında üstlenmiş
olan Haçlı Şövalyelerinin, Hacca giden veya hacı götüren Türk gemilerini
vurması, batırması ve hacı adaylarını esir almasıdır. Fakat Vezir-i Azam
Sokullu Mehmet Paşa bu sefere muhaliftir. Şeyhülislâm’lar o zamanki bakanlar kurulu
olan Kubbealtı’ndaki toplantılara iştirak etmektedirler. Padişahın başkanlığında
son bir toplantı yapılır ve iki fikir tartışılır. Neredeyse sefere karşı
olanlar ağır basacaktır ki, son sözü alan Ebussuûd Efendi Kıbrıs’ın alınması
için o kadar ikna edici ve heyecanlı bir konuşma yapar ki sefere çıkma fikri
ağır basar ve Sultan İkinci Selim de onun büyük bir hararetle ve heyecanla
ileri sürdüğü fikri kabul eder.
Îlmî bir münakaşa
Ebussuûd
Efendinin, ilmî görüşteki sağlamlığını anlatan bir misal vardır. O da ‘Paranın vakıf edilip edilmeyeceği’ meselesidir.
Bu konuda âlimler ikiye ayrılmış bulunmaktadır. İstanbul’un çeşitli
medreselerinde müderrislik yaptıktan sonra sırasıyla Şam, Mısır, Bursa, Edirne
ve İstanbul kadılıklarında bulunan, 1582-1587 yılları arasında şayhülislâm olan
Çivizade Mehmed Efendi (1530-1587, daha 1545 senesinde ‘para vakıflarının batıl olduğu’na dâir fetva vermişti. Bu fetva
birçok vakıf müesseseninin yıkılmasına yol açacaktı. Dâima amme menfaati
yanında olan Ebüssuûd Efendi bir reddiye yazarak hayratın ve vakıfların yerli
yerinde korunmasını temin etmiştir.
BOĞAZİÇİ YAYINLARI:
Alemdar Mahallesi Çatalçeşme
Sokağı Nu: 44 Kat: 3 Cağaloğlu, İstanbul Telefon: 0.212-520 70 76 Belgegeçer:
0.212-526 09 77 e-posta: bogazici@bogaziciyayinlari.com
// www.bogaziciyayinlari.com.tr