14.4 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 25, 2025
Ana SayfaDin ve AhlâkDüşün  Damlaları  (9)

Düşün  Damlaları  (9)

Kur’ân  ve  Cennet

     “Kur’ân, hakikî bir talebesine ebedî cenneti dahi gâye ve maksat yaptırmadığı hâlde; bu geçici, fânî dünyayı ona hiç gaye ve maksat yapar mı?…Kur’ân, kendi talebelerinin ruhuna öyle bir genişlik ve yücelik verir ki, doksandokuz taneli tesbihe bedel, doksandokuz Esma-i İlahiye’nin tecellilerini gösteren doksandokuz âlemin zerrelerini, birer tespih tanesi olarak talebelerinin ellerine verir: ‘Evradlarınızı (virdlerinizi) bununla okuyunuz.’ der. İşte Kur’ân’ın talebelerinden Şâh Geylanî, Rufaî, Şazelî gibi talebeleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde zerrelerin (atomların) silsilelerini, katrelerin adetlerini, mahlûkatın nefeslerinin sayısını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar. Cenab-ı Hakk’ı zikir ve tespih ediyorlar. İşte Kur’ân’ın mucizane terbiyesine bak ki, nasıl hafif bir keder ve küçük bir gam ile başı dönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlup olan bu küçük insan, Kur’ân’ın terbiyesi ile, ne kadar yücelere yükseliyor ve ne derece duyguları gelişiyor ki, koca dünya mevcudatını, zikir ve virdine tespih olmakta kısa görüyor. Cenneti evrad ve ezkârına gaye olmakta az gördüğü halde, kendisine de, Cenab-ı Hakk’ın en küçük bir mahlukunun üstünde büyük tutmuyor. Nihayet izzet içinde, nihayet tevazuu cem ediyor.”

Gezdikçe

     Gezdikçe, insanları tanıdıkça, insanların işinde gücünde olduklarını görüyor; kışkırtılmadıkça, dolduruşa getirilmedikçe; milletlerin birbirleriyle bir alış verişleri olmadığını görüyoruz. Bütün sıkıntılar, resmiyetlerden neş’et edip çıkıyor! Ülkelere seyahat ettikçe, insanlara yakından nazar ettikçe, bunun böyle olduğunu, geç de olsa anlıyoruz. “Sevad-ı A’zam yanılmaz.” Çoğunluk aldanmaz. Yanlışta birleşme olmaz hükmünü, daha iyi idrak ediyor ve anlıyoruz.

Yalan

     Yalan, bir kâfir sözüdür. Bir tane doğru, milyonla yalanı yakar. Bir hakikat danesi, bir hayal sarayını yıkar. Doğruluk, büyük esastır, ziya veren bir cevherdir. Eğer doğru söylemek zarar verecekse yerini sükuta verir. Faydalı bile olsa, yalana hiç yer yoktur. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı. Ama her doğruyu söylemeye (de) hakkın olamaz. Bunu iyi bilmeli. “Çirkin olanı ve keder vereni bırak, güzel olana ve huzur verene bak.” esasını insan kendine düstur edinmeli. Güzel gör, hem güzel bak ki, ta güzel düşünebilesin. Güzel bil, hem güzel düşün ki, ta leziz hayat bulabilesin. Hayat içinde hayattır, hüsn-ü zanda emeli. (Çünkü, emeli hüsn-ü zan olan, hayat içinde hayat bulur.) Su-i zanla (kötü zan beslemekle) ümitsizlik ise, saadetin tahripçisi ve hayatın katilidir. Allah’ın yokluğunu söylemek, binlerce, milyonlarca delile karşı büyük bir yalandır. Onun için en baştan yalan, söylenmemesi gereken bir sözdür. Yalanlar ne kadar büyük ve ne kadar gösterişli olursa olsun, tek bir hakikat karşısında yıkılmaya mahkûmdur. Meselâ bir cinayeti saklamak için ne kadar müthiş ve büyük senaryolar üretilirse üretilsin, en ufak bir gerçek; bir ipucu olarak, her şeyi alt üst eder. Her sözün mutlaka doğru olması gerekir ama, her doğruyu her yerde söylemek (de) doğru değildir. Doğrunun hepsini de zaman gelmeden söylemek (yine) doğru değildir. Prensip olarak her şeyi güzel tarafından ele almak gerekir. Çünkü güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır. Su-i zan ise kanser gibi bir hastalıktır. (Lemaât, s: 65’den)

Batı’nın  Galebesi

     Batı’nın üstün oluş keyfiyeti ve Doğu’ya galebesi, davasının hak olduğundan değil. Takip ettiği usûl ve metodun hak ve doğru olmasından ileri gelmektedir. Çünkü dava bâtıl da olsa, tatbik edilen metod hak ve doğru ise, davası hak olduğu halde, metodu bâtıl ve yanlış olana -geçici de olsa- galebe eder. Bâtıl, hak karşısında maalesef üstünlük kazanmış olur. Bu durumda galip gelen; davası bâtıl olan değil, davası bâtıl olduğu halde, hak metodu kullanandır. Yoksa, hak mağlup olmuş demek değildir. Hak’ın kullandığı bâtıl ve yanlış usul ve metod; Bâtıl’ın hak metodu karşısında yenik düşmüştür. Demek ki, hak bir dâvânın; usûl ve metodlarının da hak olması icap eder.

Muhsin Bozkurt
Muhsin Bozkurt
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.

Seçtiklerimiz

spot_img