Kâinata / Evrene serpilmiş katre, damla ve hayat parıltılarında bile, umumî bir hayatın var olması gerekir! Hayat varsa ruh da vardır. Ruh sonuç bakımından ruhun başlangıç ve kaynağının feyzinin cilvesidir. O ruhun başlangıç ve kaynağı da, ezelî olan Allah’ın hayatının tecellîsi / yansımasıdır. Tasavvuf dilinde, hayat-ı sariye denir. Yani, varlıkların hayatının; İlâhî hayâtın sirayeti / yayılması ve geçmesiyle var olmaları şeklindeki vahdetü’l- vücutçu görüştür.
x
Şehit kendini hayy / hayatta bilir. Feda ettiği hayatı; sekeratı / ölüm hâlini tatmadığı için, devamlı ve bâkî görüyor! Yalnız daha nezih / hoş ve güzel buluyor! Meselâ, iki adamın rüyada çeşitli lezzetlerin bulunduğu bir bahçede gezdiklerini düşünelim. Biri rüyada olduğunu bilir, içinde bulunduğu durumu önemsemez. Diğeri ise uyanık olduğunu sandığı için, hakikî bir lezzet alır.
Rüya âlemi, bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin kaydedildiği misal âleminin zıllı / gölgesi; o da, dünya ile ahiret arası olan kabir / berzah âleminin gölgesidir. Bu yüzden prensip, düstur ve kuralları birbirine benzer.
x
Tam adalet, gerçek ve kusursuz adaletin en büyük düsturu şudur: Bir masumun hayatı, kanı, hatta bütün insanlık için bile olsa heder edilmez. İkisi kudret nazarında bir olduğu gibi, adalet nazarında da birdir. Cüz’iyatın / bir şeyin parçalarının külliye / bütüne nispeti bir olduğu gibi, hakkın dahi adalet mizanına karşı aynı nispettir. O bakış noktasından hakkın küçüğü büyüğü olamaz.
Lâkin izafî adalet, yani zamanın şartlarının zorlaması neticesinde kullanılan ve iki şerden hafif olanına dayalı adalet; cüz’ü / fert ve bireyi külle / bütüne feda eder. Fakat hareketinde serbest ve hür olan fert ve bireyin; açıkça veya üstü kapalı şekilde seçme, tercih etme ve rıza vermesi şartıyla. “Ben”ler “Biz”e dönüşüp, cemaat ruhu doğarak, bütüne feda olmak için, fert; üstü kapalı şekilde razı olmuş, kabul etmiş olabilir.
x
Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır. Bir gülle binlerce insanın mahvına sebep olur. Öyle şart ve durumlar altında olur ki, küçük bir hareket insanı en yüksek mertebeye çıkarır. Öyle hâl olur ki, küçük bir fiil insanı aşağıların aşağısına indirir.
x
Kâinatın iki ciheti / yönü var. Aynanın iki yüzü gibi. Biri mülk / dış yüzü, biri melekûtiyet / iç yüzü. Mülk ciheti zıtların dolaştığı yerdir. Güzellik çirkinlik, hayır şer, küçük büyük gibi hususların kendilerini göstermeleridir. Bundan dolayı vasıta, araç ve sebepler ortaya konmuştur. Ta ki, kudret eli; zahiren değersiz işler ile temasa geçmesin. Çünkü azamet ve izzet böyle ister. Bunun için, hakiki tesir verilmemiş. Zira vahdet / bir ve tek oluş böyle ister.
Melekûtiyet ciheti ise, mutlaka şeffafedir / kapalı ve saklı oluştan uzaktır. Kendini belli ederek ortaya çıkmalar olmaz. O cihet, vasıtasız Yaratan’a bakar, O’na yöneliktir. Silsilelilik ve mertebe mertebe oluş keyfiyeti yoktur. İlliyet / sebebiyet, arzalı ve sakat oluş buna giremez. Eğrilikler, doğru olmamalar, doğruyu yanlış, yanlışı doğru göstermelere yer yoktur. Engeller, zorluklar karışamaz. Zerre güneşe kardeş olur.
Kudret hem basit, hem sınırsız, hem zatî / hususî ve özel. Kuvvetin alâkalı olduğu yer; hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyüğün küçüğe tekebbürü / büyüklük taslaması, topluluğun ferde üstünlüğü, küll’ün cüz’e nispeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.
Meselâ: Güneşin tecelli feyzi olan timsali; deniz yüzeyinde, denizin damlasında aynı hüviyeti / özelliği gösteriyor.
Meselâ: Kâinat, engelsiz olarak güneşe yönelmiş olmak şartıyla, birbirinden farklı cam parçalarından farz edilse; güneşin timsali / sembolü ve örneği zerrede, yeryüzünde, umumda birbiriyle çekişmeksizin, bölünmemiş, eksilmemiş olarak bir olur.
İşte şeffaflık sırrı!


