-Her bitkiye, her mâşuka bir böcek, bir âşık yaratmış ve yaratıyor Yüce Yaratan. Mide için yeryüzü sofrasını seren Allah; cemale hayran, kemâle meftûn olan insan için; cemâli, kemâli karşısına yaymış bulunuyor. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” hükmü, her yerde kendini gösteriyor.
-Emin olduğun zaman kork! Çünkü emin olmak gaflete sebep olur. Dikkatsizliğe yol açar. Geçici şüpheden sonra emin olmak ise, rahatlıkla sonuçlanır.
-Çok şeyler var ki, varlığını biliyor ve kabul ediyor, fakat mâhiyet ve içyüzüne yol bulamıyoruz. Mâhiyetini bilmemek varlığını inkârı gerektirmez.
-İlacın terkîbini bilmemek, kullanılmasına mâni’ değil.
-İlmin hocası “Merak” olduğu gibi, terakki ve ilerlemenin hocası da, “İhtiyaç”tır.
-Tamam olduğunu söyleyen insan, eksikliğinden habersizdir.
-“Üzümün lezzeti, kuru çubuğunda aranmaz.”
-Kitabın kapağında, yazarın ismi yazılıdır. Çünkü yazarı tanıyan kitabı daha iyi anlar. Tıpkı Allah’ı tanıyanın; kâinatı / evreni daha iyi anlayıp tanıyacağı gibi.
-Canlı ve hayat sahibi her varlığın cephesinde; en büyük, en parlak sikke ve damga; onun canlı ve hayattar olma keyfiyetidir. Her canlıdaki hayatiyet unsuru, bedenin neresinde? İçinde mi, dışında mı? Hem öyle hem böyle! Bir meçhul ki, anlaşılması anlaşılamamasına bağlı!
-Beyin hücresi; Samanyolu’nun büyüklüğü ile asla kıyaslanamayacak kadar küçük olarak, âdeta onun aynısıdır!
-Güneş bir ama ışığının tecellîleri sayısız. Ağaç bir ama dal, budak, yaprak ve yemişleri sayısız. Hepsi bir olan ağacı gösteriyor. Tıpkı kâinattaki sayısız tecellîlerin, bir Yaratıcıyı göstermesi gibi.
-Güneşin akis ve yansımaları güneşten ama hiçbiri güneşin bizzât kendisi değil. Hepimiz ve her şey Allah’tan olduğu hâlde, hiçbirimizin ve hiçbir şeyin Allah olmadığı gibi.
-Rûh vücudun her yerinde varlığını tecellî ettiriyor. Güneşin yerde olmadığı hâlde, yerde kendisini var kılması gibi.
-İnsanın dünya ve kâinat ile alâkası var. Hava, su ve gıdaları kâinatta. İnsan ile ihtiyaçları arasında münasebet var. İnsan ve ihtiyaçlarını yaratan eğer bir olmazsa; uyum da olmaz, hayat da.
-“Vücûdunu, mûcidine feda et.”
-İnsan, etrafındaki ölümleri görür de, kendisine hiç uğramayacakmış gibi, rahat hisseder kendini! İşte bu, kendini daimî görme ve sanma his ve duygusudur. Yoksa rahat olmayacak, hayattan hiç lezzet alamayacaktık.
-Cennetin ham maddesini, dünyada biz hazırladığmız gibi, Cehennemin de ham maddesi bizim tarafımızdan hazırlanıyor!
-Bir mânâyı çeşitli dillerde ifade edebiliriz. Demek ki, lisanlar mânâların giydiği veya giydirildiği libaslardır. Libas / elbise değişmekle mânâ değişmez. Fakat her libas; giyene yakışmadığı gibi, her mânâ da libası hükmündeki her kelimeye yakışmaz. Kimi tam uyar, kimi de ya kısa ya uzun, ya dar veya bol gelebilir. Bu bakımdan, her tercüme; mânâya tam libas olamıyor, mânâyı liyâkatle taşıyamıyor.
-Âyet, “Deveye bakın.” diyor. Çünkü her şeyleri deve ile. Etini yemeleri, üstüne binmeleri, tüyleri, derisi ve hattâ kemiklerini kullanmaları bile. Keza, “Yıldızlara da bakmamız.” isteniyor. Çünkü “Bakıyorsunuz ama görmüyorsunuz! Basar / dış gözünüz çalışıyor. Peki ya basiret / iç gözünüz?” ne âlemde demek isteniyor. “Güneş doğuyor ama sanki çok basit bir olaymış gibi sanıyor; arkasında nasıl bir Kuvvet, Basiret ve İrade Sâhibi var? Hiç düşünmüyorsunuz!” diye dikkatimiz çekilmek isteniyor!
-İnsan hadsen / uzun boylu düşünceye ihtiyaç duymaksızın ve vicdanen hakikati sezer. Yaratılışına konan müsbet potansiyel ile doğruyu bilir. Güzellikten anlar. Çirkinliği tanır.
-“Öfke câhilin sopasıdır.”
-“İman ki, o cevher İlahî ne büyüktür;
İmansız olan paslı yürek, sînede yüktür.”