Zayıf ve güçsüz birinin, kuvvetli ve güçlü karşısında izzet-i nefsine sahip çıkması, yerinde bir davranış iken,
Kuvvetli ve güçlü birinin zayıf ve güçsüz birine karşı izzet-i nefislik taslaması kibirdir.
Ona karşı büyüklük taslamaktır.
Nitekim, devleti idare edenlerin makamlarındaki ciddiyetleri vakar; haysiyet ve şereflerini koruma ve onurlu olma hâlleri iken;
Bu mevkide alçak gönüllülük ve tevazu göstermeleri, onlar için zillet ve aşağılıktır.
Bu durumda olan kişilerin; evlerinde hâne halkına karşı gösterecekleri ciddiyet de kibir sayılırken,
Onlara karşı alçak gönüllü davranmaları ise, tevazudur.
x
Başlangıçta yapılması gerekenleri yapmayıp; işlerini Allah’a bırakmak, her şeyi O’ndan beklemek tembelliktir.
Kişinin kendine düşeni yapmak şartıyla, çıkan netîceyi tabii ve yerinde karşılayıp, şikâyette bulunmaması tevekküldür.
Yani bir işin gerçekleşmesi için, gereken çalışma ve çabayı gösterip, sebeplere başvurduktan sonra; işi Allah’a bırakmak / Allah’a havale etmek, tevekkülün ta kendisidir.
Çünkü, ancak çalışma sonucu elde edilen kâr’a, fayda’ya ve kısmetine razı olmak kanaattir.
Zira, çalışma meyil ve isteğini kuvvetlendirir, artırır.
Fakat elde edilen sonuçla yetinerek, tekrar çalışmaya devam etmemek; gayretsizlik ve himmetsizliktir.
x
Fert bizzat kendi adına konuşan biri olsa, müsamahası / göz yumması, hoş görmesi, görmezlikten gelmesi, tolerans ve bu şekildeki fedakârlığı amel-i sâlih; yani Allah’ın rızasına uygun hayırlı bir iş ve hareket olurken;
Başkalarının adına da konuşuyorsa, bu tavrı; hıyanet / hainlik, güven ve itimadı kötüye kullanmak olur.
x
Bir şahıs kendi adına tahammül eder, nefsini kırar, sabreder ve şahsına sindirse de, yaptıklarıyla övünemez, böbürlenemez. “Meğer ben neymişim be!” gibisinden lâflar edemez.
Ancak millet namına övünebilir. Fakat onları kendine mal edemez.
x
Akıbet / netîce ve sonuç, ikaba / cezaya delildir. Seziş onu gösteriyor.
Masiyetin / günah, kötülük, âsilik ve itaatsizliklerin çoğunlukla dünyada olan akıbetleri; uzun bir delile ihtiyaç bırakmadan anlaşılır ki, er geç bir ceza ve azaba uğrayacakları muhakkaktır.
Çünkü herkes, hususî bir tecrübe ve sezgi ile görüyor ki, zâhirde / görünüşte hiçbir münasebet / ilinti olmadığı hâlde, mâsiyet ve günahlar er geç insanı, kötü bir sonuçla karşı kaşıya getiriyor!
İşte bu örneklerin çokluğu tesadüf olamaz!
Eğer tüm bu çeşitli, hususî tecrübeler nazara alınınca, görünür ki, cezalar; işlenen günahların gerekli ve kaçınılmaz bir sonucudur!
Eğer şu umumî / genel ve çeşitli hususî tecrübeler nazara alınırsa görünür ki, iştirak ve ortak
noktası yalnız günahların tabiatıdır ki, cezayı gerektiriyor!
Demek, ceza günahların varlıklarının bir gereksinmesidir.
Madem ki, dünyada bütün bu lâzım olan şeyler, sırf masiyetin tabiatı gereği ortaya çıkıyor.
Elbette bu yerde ortaya çıkmayan, başka yerde ortaya çıkacaktır.
Acaba kim vardır ki, küçücük bir tecrübe / deney geçirmemiş ve dememiş olsun ki,
“Filan adam fenalık etti! Belâsını buldu!” Çünkü dünya, etme bulma dünyasıdır!
Rüzgâr eken, fırtına biçer!


