Dün Bugün Yarın (2)

90

“Bu devir (XVII. Asır) sadrazamları (başbakanları) arasında padişahları tenkit etmek şöyle dursun, onun sözünü vahî (vahiy) telâkkî edecek (sanacak) kadar tabasbusu (yaltaklanmayı) ileri götürenler olmuştur. Bir gün Sultan İbrahim (1640-1648), Sultanzâde Mehmed Paşa’ya: ‘Mehmed demiş, senden önceki sadrazamlar, bana bazen itiraz ederler, bu iş nâmakuldür (makul ve uygun değildir), derlerdi. Senden hiç böyle bir itiraz işitmedim. Sebebi nedir?’ Mehmed Paşa:’Siz, yeryüzünün halifesisiniz. Zıllullahsınız (Hâşâ Allah’ın gölgesisiniz). Kalbinize gelen her şey, ilhâm-ı Rabbânîdir (Allah’ın ilhâmıdır). Kavlen (söz olarak) ve fiilen (hareket olarak) sizden hata sâdır olmaz (meydana gelmez) ki, itiraz edeyim. Zahiren (görünüşte) nâmakul (uygunsuz) gibi görünen bazı hâlât (hâller) zuhur etse (ortaya çıksa) bile onun altında bâzı hikmet-i hâfiye (gizli hikmet ve gayeler) vardır ki, bizce malum değildir. Anın (onun) için redde cür’et (ve cesaret) edemem.’ diye cevap vermiştir.

“…Kendilerine böyle tabasbus edilen (yaltaklanılan) padişahlar elbette ki, despot kesilirler. XIV. Louis’nin ‘Devlet Benim!’ dediği gibi, bizimkiler de elbette ‘Herşey Benim!’ derler. Böylece devlet idaresinde, tamamen keyfî idare alır, yürür.

“Yalnız padişahlara değil, şehzadelere bile tabasbus ediliyor (yaltaklanılıyor) bu devirde. Meselâ, Fâtih Mehmed’i icabında (gerektiğinde) sopa ile döven bir Molla Gürânî çıkmadığı gibi, daha yeni tedrisata (öğretime) başlamış olan şehzadeler, methedilerek (övülerek), göklere çıkarılıyor.

“Bu devir, padişahların ilâhlaştırıldığı devirdir.

“I. Abdülhamit’in (1773-1789) oğlu Şehzade Mustafa ile Süleyman’ı birkaç kelime öğrenir öğrenmez, zamanın mutabasbıs (yaltakçı) şâirlerinden Enderunlu Fâzıl Efendi, bakınız nasıl methediyor:

“…Manzume(si)nin birinci kısmında şâirin I. Abdülhamid’i methetmesi ile, Sultanzâde Mehmed Paşa’nın 130 sene kadar önce Sultan İbrahim’i methetmesi arasında hiç bir fark olmadığı gibi, şiirin ikinci kısmında şâirin birkaç kelime öğrenen şehzadeyi methederken yaptığı mübalâğaya İran tarihinde bile tesadüf edilmez (rastlanmaz):

‘Hocası Cibril olan Şehzade; Şeyhülislâmı bile yanıltır.

Zira o evliya bir babanın, evliya bir oğludur.’

“Bu hâller karşısında insanın millet ve memleket hâline acımamasına ve hele eski debdebeli (görkemli) hâllerimizden bugünkü hâle gelişimize, oturup gözyaşı dökmemesine imkân var mıdır? Cemiyetler meziyetlerle yaşar, rezaletlerle yıkılır.

“Cemiyet hayatında bugün küçük, ehemmiyetsiz gibi görülen hatalar, yarın cemiyetin sînesinde tedavîsi zor hastalıklar tevlit eder (doğurur).

“Bilinmek lâzımdır ki, bugün cemiyet bünyesinde, ferdin ruhunda görülen marazî (hastalıklı) hâllerin mikropları 150-200 sene önce girmişti. Bugün bizim yaptığımız hataların seyyiatını da (kötülüklerini de) YARINKİ NESİLLER çekecektir. Ferdin ve cemiyetin vazife (görev) ve gayesi bugün gördükleri fena şeyleri söküp atmak, yarın meyve verecek olan iyi fidanlar dikmek olmalıdır.” (Türk Siyasî Tarihi, Tahsin Ünal, İstanbul-1974, s. 21-22)

Tarihin en şayanı dikkat tarafı İBRET DERSİ olabilmesi değil midir? Eğer tarih, sadece geçmişte olup bitenleri hikâye etmekle yetinirse, bıkkınlık veren bir geveze olur…Hayır! Tarih, pozitif ilimlerin temeli olarak, hâli ve istikbali (geleceği), mazide (geçmişte) yapıla gelmiş hatalardan, kusurlardan uzak tutmaya çalışır. Çalışmalıdır. Eğer tarih, bu öz vazifesini (görevini) yapamıyorsa, ya tarihçi eyyam (güne uygun hareket etme) siyasetinin ardından giden günün dalkavuğudur veya iktidarı temsil edenlerin kafası, tarih hakikatlerini alamayacak kadar kendi sathî (yüzeysel) ve köksüz içine dönmüştür. İkisi de, ülkeler ve milletler için aynı derecede hazin (ve üzücü) bedbahtlık (mutsuzluk) lardır…Tarih tekerrürdür iddiasının doğruluğuna inandıracak bir devirde yaşıyoruz. Bu idraki, sadece sağduyulara ve sezişlere bırakmadan, müşahhas vak’alar (somut olaylar) hâlinde okurlarının huzûruna çıkarmak, tarihçinin şüphesiz ki cesaret isteyen temel vazifesidir. (Cemal Kutay, Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, Cilt:1, Sayı:2, Nisan-1957, s. II

 

Önceki İçerikBilim Dine, Din Bilime Ne Söyler?
Sonraki İçerikBizim Herif Yapmaz
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.