1919 – 1920 yılları, Türkiye’nin çok karanlık günleriydi. Birinci Dünya Harbi’ni / Savaşı’nı kaybeden Osmanlı Devleti’nin toprakları, âdeta kapışılıyor ve yağmalanıyordu! Anadolu, yer yer işgale mâruz kalıyor, işgale uğruyordu!
Tabii ki, Türk Milleti’ni de, derin hüzünlere gark ediyor! Millet perişan ve çaresizlik girdaplarında debeleniyor, bir kurtuluş ışığı arıyordu.
Asırlarca, İslâm Âlemi’nin ayakta kalmasını sağlayan, bu Şanlı Türk Milleti, bu kutsal dâvâya beşiklik eden, bu azîz vatan karalar bağlıyordu!
Fakat bu topraklar sahipsiz değildi. Yüzyıllar boyunca şehitlerin kanlarıyla sulanan, gâzilerin gayretleriyle ayakta duran bu vatanın, Allah indindeki makbûl insanları, bu hazin hâl karşısında;
İslâm mukadderâtı için, mânen gözetleyici durumunu alan ervâhın / yüksek ruhlu zât-ı şeriflerin; yani geçmiş Sâlih kişilerin, Sahâbelerin, Tâbiîn ve Tabiînlerin Tabiî olan zevâtın / zâtların muhterem;
Her asrın seçkinleri hükmünde olan büyüklerinin de, dikkatini çekiyor; onları bir kurtuluş çaresi ve arayışı içinde bırakıyordu.
Evet, İslâm Âlemi bir felâket, musibet ve helâket / yıkılış ve mahvoluş asrının girdabı ortasında sıkışmış kalmış olarak, çırpınıp duruyordu.
Osmanlı Devleti’nin mağlûbiyet ve yenilgisinin neye müncer olacağını sorguluyor; gâlip gelmiş / yenmiş olsaydı, nasıl bir durumla karşılaşacaklarının cevaplarını araştıran bir ruh hâli içindeydi.
İçlerinde bu hâlden haberdar olan, sevip sayılan bir âlimin izah ve açıklamaları, yüzleri güldürmekte ve kalplere su serpmekte gecikmedi:
“Musibet ve felâketler, sırf şer ve kötülük değildir. Bazen saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar.
“Asırlarca Îlây-ı Kelimetullah / Allah’ın ismini yüceltmek ve İslâm bağımsızlığının bekası ve devamı için, yeri ve zamanı gelince yapılması gereken cihat ve savaşı yapmış bulunan;
“Ve bunu kendisine görev bilerek yerine getiren, kendisini İslâm Âlemi’ne fedaya hazır hâle sokan Büyük Türk Milleti’nin şahsında, Hilâfet ve İslâm’ın korunmasına bayraktarlık ettiği ve öncüsü olduğu Osmanlı – İslâm Devleti’nin felâketi;
“İslâm Âlemi’nin gelecekteki saadet ve mutluluğu ile telâfi edilecek. Bu fecî durum; güzel bir sonuçla giderilecektir.”
Nitekim, şu yenilgi musibeti; hayatımızın esası ve âbı hayatımız olan İslâm kardeşliğinin inkişafını / gelişmesini ve bir an önce, millî sevinci idrâk etmemizi harikulâde / olağanüstü bir şekilde hızlandırıp çabuklaştırdı.
Üstelik, biz incinirken, İslâm Âlemi ağlıyordu.
Avrupa ziyade incitse idi, bağıracaktık! Şayet ölsek, yirmi ölecek üç yüz dirilecektik.
Harikalar asrındayız. İki – üç sene mevt / ölümden sonra meydanda dirilenler var.
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Harbi’nde uğradığı mağlubiyet ve yenilgi ile, geçici bir saadet ve mutluluğu kaybetti.
Fakat, vâdesi geldiğinde, devamlı ve sürekli olacak bir saadeti temin edecek olan, Türk Milleti’nin yapmak zorunda kalacağı Türk İstiklâl Harbi’ne zemin hazırladı.
Çünkü, pek kıymetsiz, önemsiz ve değişken; ayrıca sınırsız olan hâli; geniş istikbal / gelecek zaman ile değiştiren kazanır.
Nitekim kazanıldı. İnşaallah bu zafer, ilâ nihaye / Kıyamete kadar devam edecek ve yaşayacaktır.


