Dr. Yesevîzâde Şâkir Alparslan Yasa ile Dilimiz Türkçe Hakkında Konuştuk

69

(İkinci Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Dilde tasfiye hususundaki mütalâanızı lütfeder misiniz?

Dr. Yesevîzâde Şâkir Alparslan Yasa: Celâl Nuri, târihî şuura dayanan bir muhakemeyle, Türkçenin ihtiyaç duyduğu ve Türkçeleşmiş hiçbir kelimenin dilden tasfiye edilmesine râzı olmaz:

Bir Arapça veyâ Fârisî kelime ki Türkçeleşmiş ve bunun fâidesi de görülmüştür, ondan vazgeçmek vücûdumuzdan bir parça kesmek demektir. (Celâl Nuri 1926 / 2000:  109)

Binâenaleyh -Şemseddin Sâmi nezdinde de- dilin tabiî tekâmül yolundan sapan bir lisan ve edebiyat anlayışı, o lisana ihânet etmiş olur:

[Lisâniyata da şâmil mânâsıyla] Edebiyat[ın vazîfesi,] evvelâ, lisânın kavâidini zapt ve şîvesini, letâfet-i tabiiyesini, fesâhatini muhâfaza ile, fesâhate mugaayir elfâz ve tâbirâtın lisâna dühûlünü men’etmek ve tarîk-ı fesâhatten sapmış cihetleri var ise yoluna getirip lisânın bozulmasına meydan vermemek ve sâniyen, avâmın bittabiî ihtiyaç görmediği hissiyât-ı âliye ve maânî-i dakîka ile mevâdd-ı ilmiye ve fenniye ve keşfiyyât-ı cedîde için tâbirât ve ıstılahât bulmaktır. [Evet,] üdebânın vazîfesi budur. Erbâb-ı fen, ıstılahât-ı fenniye tâyini için edebiyâta mürâcaat mecbûriyetindedir. Tâyin olunacak ıstılâhât, kaide-i lisâna ve fesâhate mugayir olursa, lisânı bozar. Böyle ıstılahât vaz’edenler, muntazam ve mükemmel bir bahçenin çiçekleri içine bir avuç diken tohumu ekmiş olurlar. Edebiyât, dâima lisânın muhâfızı ve bekçisi olmak ıktizâ eder. Fakat üdebâ, bu ihtiyâcât-ı fenniye hâricinde, lisânı tağyîr ve tebdîl etmek salâhiyetini hâiz değillerdir. (ŞS 1313/1897; Tural 1999: 76)

Çetinoğlu: Tâyin olunacak ıstılâhât, kaide-i lisâna ve fesâhate mugayir olursa, lisânı bozar.’ Buyurdunuz. Tafsilât lütfetmeniz mümkün mü?

Dr. Yasa: Fevkalâde mühim br husûsa temas ettiniz: tespiti fevkalade mühimdir. Her ne kadar Şemseddin Sâmi bu tespitiyle Türkçede (‘asıl Türkçe’nin imkânlarıyla değil) Arapça cezirlerden ve Arap gramerinin kaidelerine uygun (fasîh) ıstılâhlar türetilmesini kasdediyorsa da, bu tespiti, Türkçenin kendi aslî köklerinden ve kendi kaidelerine uygun olarak (yâni uydurmacılığa sapmadan) ıstılâh teşkil edilmesi şeklinde kabul etmek de doğrudur. Bu mevzu ile alâkalı kitap çalışmamızda (Yasa 2013a) bir dildeki ıstılâhların, o dilin muayyen bir ihtisas sahasındaki uzantısından ibâret olduğunu tafsilâtıyla izah etmiş bulunuyoruz. Diğer tâbirle, umumî dilin kaidelerinden, kelime hazinesinden ve telâffuz zevkinden (ahenginden) müstakil bir ıstılâh dili inşa edilemez veya bu sâhada bir bütün hâlinde başka bir dilin ıstılâhları iktibas edilemez. Bu yanlış yapıldığı takdirde, bu yabancı sâha, zamanla umumî dil üzerinde de tesir gösterir ve onu bozar. Nitekim hem ‘Fesâhatçiler’, hem de ‘Öztürkçeciler’ bu bakımdan dilimize büyük zarar vermişlerdir. (Bu tezimizin de delilleri mezkûr kitap –Yasa 2013a- çalışmamızdadır.) Şemseddin Sâmi, (tespit edebildiğimiz kadarıyla) kendisinde Türkçenin aslî köklerinden ve kendine mahsus teşkil kaideleriyle ıstılâh elde etme fikri bulunmadığından ve o devirde Türkçenin leksikolojisi hakkındaki araştırmalar da henüz pek kifayetsiz olduğundan, ıstılâh sahasını bütünüyle Arapçaya terk ediyor. Halbuki böyle bir anlayış, (yine kendisinin ısrarla müdafaa ettiği) Türkçede Türkçe asıllı kelimelerin ağırlığını arttırma anlayışıyla kabil-i telif değildir.

Çetinoğlu: Şemseddin Sâmi bu ifâdesiyle; ‘dilin tabiî ve târihî bir vakıa ve yine târihî bir varlık olduğunu mu bildiriyor?

Dr. Yasa: Evet! Şemseddin Sâmi’nin, dilin tabiî ve târihî bir vakıa ve yine târihî bir varlık olan milletin temel taşı ve bekasının başlıca vasıtası olma keyfiyetini çok iyi kavradığı anlaşılmaktadır. (Mehmed Âkif, Celâl Nuri, Yahya Kemal, Hüseyin Câhit, Nihad Sâmi, Fuad Köprülü, Osman Turan, Abdülhak Şinâsi, Sâmiha Ayverdi gibi daha pek çok edip ve târihçimiz de aynı şuurun temsilcileridir.)

Filhakika, dil, bir beşerî topluluğun sâdece yaşayan fertleri arasında değil, aynı zamanda, onun geçmişteki ve gelecekteki nesilleri arasında da anlaşma vâsıtası ve onları birbirleriyle kaynaştırıp aynı millet yapan başlıca sevgi, mensubiyet ve kültür bağıdır.

Çetinoğlu: Şemseddin Sâmi’nin ‘Öztürkçe’  ismi altında bir dil ihdas edilmesi hususundaki düşünceleri hakkında neler söylemek istersiniz?

Dr. Yasa: Onun Târihî Türkçeye zıt sun’î bir dil ihdas edilme teşebbüsleri karşısında ısrarla dikkati çekmek gerekir ki dil, bir topluluğun, sâdece yaşayan nesilleri arasında değil, hâlihazırdakilerle beraber, onun geçmiş ve gelecekteki nesilleri arasında da anlaşma vâsıtasıdır ve hem onun yoğurduğu, hem de onu yoğuran kültürün ifadesi olarak nötr bir vâsıta da değildir. Başka tâbirle, dil, bir topluluğun mâzisi, hâli ve istikbâli arasındaki köprüdür ve onun eseri olduğu kadar onun müessiridir de. O öyle bir ‘sihirli ayna’dır ki onda, bütün bir mâzisi,  halihazırı ve istikbâliyle ustasının hayâli görünür. Ayna zedelendi mi hayâl de bulanır. Kırıldı mı, hayâl de kaybolur. Daha açık bir ifadeyle, millî kimliğin birinci unsuru din veya inanç manzumesi yahut muayyen bir dünya görüşü ise, ikinci unsuru da dildir. Onun içindir ki halkımız, millettaşlarını, (Ziya Gökalp’in pek yerinde tespitiyle) dili dilime uyan, dini dinime uyan diye târif etmiştir. (Ziya Gökalp 1973: 22) Bunlar aşındığı nispette millî benlik de tavsar ve millî varlık yeryüzünden silinmeye yüz tutar.

Çetinoğlu: Dilimizin geleceği hakkındaki düşüncelerinden bahseder misiniz?

Dr. Yasa: Yazılarından derin bir lisaniyat bilgisine dayandığı hemen anlaşılan Şemseddin Sâmi’nin, Türkçemizin, -bizi aslımızdan koparıp bilvasıta millet olarak izmihlâlimize yol açacak sun’î bir dil icat etmeye varmadan- ne nispette tasfiye edilip nasıl ıslâh edileceği hususunda da gayet sağlam ölçüleri vardır.

Bu yolda onun ilk tespiti, üç lisandan mürekkep bir Osmanlı lisânı kabul etmemektir:

Lisân-ı Osmânî, üç lisândan, yâni Arabî, Fârisî ve Türkçe lisânlarından mürekkeptir demek âdet olmuştur. Âdet-i ilâhiyeye ve tabîate mugayir olan bu tâbir, ekser kavâid ve inşâ kitaplarında ve buna mümâsil kitaplarda zikir ve tekrâr olunur. Ne kadar yanlış! Ne büyük hatâ! Üç lisândan mürekkep bir lisân: Dünyâda görülmemiş şey!

Hayır, hiç de öyle değildir! Her lisân bir lisândır ve akvâm ve ümem beyninde olduğu gibi elsine beyninde dahi derecât-ı muhtelifede karâbet ve münâsebet bulunup her birkaç lisân bir zümre teşkîl eder. (ŞS 1313/1897; Tural 1999: 77)

Osmanlı Türkçesi hakkında böyle bir zehaba kapılınmasının başlıca sebebi, Türkçede çok fazla miktarda bulunan Arapça ve Farsça asıllı kelimelerdir. Fakat, bunların Türkçe asıllı kelimelerin yerini alanları lüzumsuz ve zararlı sayılabilirse de, kalabalık miktarda dilimize yerleşmiş olmaları dilimiz için bir zaaf değildir ve bu hâl dilimizin esas hüviyetini değiştirmez. Nitekim, İspanyolca, Portekizce, İngilizce gibi büyük kültür dillerinde de durum Türkçeden pek farklı değildir:

İmdi, söylediğimiz lisân, elsine-i Tûrâniye zümresine mensûb Türk lisânıdır. Buna, birinci derecede Arabîden ve ikinci derecede Fârisîden bâzı kelimeler girmiştir. Lâkin bu kelimeler, ne kadar çok olsa, lisânın esâsını değiştiremez. Meselâ İspanyolca ve Portekizcede o kadar kelimât-ı Arabiye bulunuyor ki bunların cem’i büyük bir cild teşkîl etmiştir. Lâkin mezkûr lisânlar, Arabî ile filan lisândan mürekkeptir denilmeyip Latin zümresine mensûb müstakil lisânlar addolunur. Kezâlik, İngilizcede hemen yarıya yakın Fransızca kelimeler bulunduğu hâlde, İngiliz lisânı Cermen zümresine mensûb bir lisân olup Fransızcaya yabancı addolunur. Her lisânın me’huz ve müsteâr kelimelerine bakılmaz; esâs olan tasrîfâtına bakılır. (ŞS 1313/1897; Tural 1999: 77)

Çetinoğlu: Frenkçe  kelimeler hakkındaki düşünceleri nasıldı?

Dr. Yasa: Gerçek bir ihtiyaca binaen iktibas edilmiş ve millî sese intibak ettirilmiş ecnebi asıllı kelimeler dile zarar vermek şöyle dursun, hatta onun hesabına büyük bir kazanç sayılmak gerekse dahi, şu da açık bir hakikattir ki Türkçe pek çok lüzumsuz kelimenin istilâsına uğramıştır. Meselâ:

Arabîden me’hûz ‘kalem’ gibi sâde, fasîh, herkesin anladığı bir kelimemiz varken, ‘hâme’ veya ‘yerâa’ gibi lugat-i Arabiyeyi nîçin kullanıyoruz? ‘Efsehu’l-kelâm mâ kalle ve delle’ kelâmı eskiden mâlûmumuz olup bunun hakîkat olduğunu kimse inkâr edemezken ve bizim ‘yazmak’ gibi sâde, muhtasar ve güzel sırf Türkçe bir tâbirimiz var iken, ‘ketb ü tahrîr etmek’ gibi veyâ ‘yerâarân-ı bahs u makal olmak’ gibi altı kelimeden mürekkeb ve yarı Arabî, yarı Fârisî alaca ve gülünç tâbirler kullanmak zevk-ı selîm işi midir? İnsâf buyurulsun! Bunlar en sâde misâllerdir. Meselâ bir şâirin tercüme-i hâlinde ‘Bursalıdır’ veyâ ‘Bursa’da doğmuştur’ diyecek yerde, bu bir-iki kelimelik mânâyı tam bir sayfalık ibâre ile ifâde eden tezkîrelerimiz vardır. Hem ne ifâde! Neûzübillâh, okumak için Hazret-i Eyyûb’un sabrı olsa kifâyet etmez. Bu da san’at imiş! Bugün, olmadığında şüphe yoktur. Lâkin vaktiyle böyle ifâdelerden, bitmez tükenmez Fârisî izâfetlerden, mütenâfir tâbirâttan, garîb lugatlerden hoşlanacak tabîatler var imiş! Hamd olsun, bunlar geçti, bırakıldı, unutuldu! (ŞS 1313/1897; Tural 1999: 78)

İşte ayıklanıp millî lûgatimiz haricinde bırakılacak olan kelimeler, bu cinstendir: İhtiyâcımızla mütenâsip tâbirâtımız [kendi lisanımızda mevcut] olduktan sonra Kamus’a, Burhân’a el uzatarak bugünki günde Arapların, Îrânîlerin dahi anlamadıkları avuç dolusu lûgat-i Arabiye alıp kullanmakta ne ihtiyâcımız vardır?

16 Cemaziyelevvel 1316 târihli Sabah gazetesindeki makalesi ‘Lisânımızın Tahdîdi’nde bu mesele üzerinde tekrar durur:

Lisânımızla Arabî ve Fârisî beyninde bir had ve sınır yoktur. Elhâsıl, Arabî ve Fârisî ile olan teklifsizliğimizi o kadar ileri sürmeyip her Arabî ve Fârisî kelimeyi Türkçede kullanmak fikrinden vazgeçmeli ve lüzûmsuz kelimât-ı Arabiyye ve Fârisiyyeyi Türkçeye mahsûs olan lûgat kitâblarımızdan çıkarmalıyız.

Evvelâ, bir şeyin Türkçe ismi varken, onu terk edip de Arabî ve Fârisîyi kullanmıyalım: ‘et’ dururken ‘lâhim’ veya ‘gûşt’, ‘pirinç’ dururken ‘erz’, ‘odun’ dururken ‘hatab’ demiyelim ve yazmıyalım. Sâniyen, bir kelime ile ifâdesi mümkin olan şeyi iki kelime ile ifâde etmiyelim. ‘Yazmak’ dururken ‘tahrîr etmek’ tâbirine ne lüzûm var? Hele ‘yerâazen-i bahs ü beyân olmak’ Arabî ve Fârisî kelimelerinden mürekkep kitâbet türlülerinden kemâl-i nefretle tevakkî edelim. Sâlisen, istîmâline mecbûr olduğumuz Arabî ve Fârisî kelimeleri de Türkçe addederek, mümkin mertebe Türkçenin kavâidine göre tasrîf edelim ve Arabî-Fârisî kavâidine göre teşkîl olunmuş cemilerini v.s. müştaklarını ve Fârisî izâfetleri ve vasf-ı terkîbîleri kullanmıyalım. (ŞS 3 Ekim 1898; Levend 1972: 223)

Çetinoğlu: Üçüncü kaide’den kastı nedir?

Dr. Yasa:Üçüncü kaide’ mantıken şu suretle şerh edilebilir: Kendilerine ihtiyacımız olan ve asırlardır kullana kullana Türkçeleştirdiğimiz kelimeleri dilimizden tasfiye etmeyi düşünmemeliyiz. Şu var ki bunları tamamen Türk gramerine tâbi kılmalı, onlara hâlâ ecnebi muamelesi yaparak onlarla meselâ Farsça-Arapça gramer kaideleriyle tamlama veya çokluk yapmamalı, onlardan da (Arapça kaidelere göre değil) yine Türkçe teşkil kaideleriyle yeni kelimeler türetmeliyiz. Aynı muhakemenin bir icabı olarak, Fesâhatçilerin iddiaları hilâfına,  onları menşelerindeki imlâ, telâffuz ve mânâyla da kullanmamalıyız. Bir kere biz onları iktibas ettikten sonra, onlar üzerinde, dilimizin icaplarına göre, istediğimiz gibi tasarrufta bulunmakta serbestiz: Telâffuzlarını kendi hançeremize ve imlâlarını da kendi telâffuzumuza uydurduktan maada onlara farklı mânâlar da verebilir ve onlarla –asıllarında olmayan- tabirler teşkil edebiliriz.

Hemen kaydetmeliyiz ki biz yukarıdaki kaideyi mantıken bu suretle yorumlasak da, Şemseddin Sâmi, imlâ ve ıstılâh mâhiyetindeki kelimelerin mânâsı hakkında farklı düşüncededir. (Makalemizin ‘Umumî Türkçe anlayışıyla uyuşmayan bâzı fikirleri’ ara başlıklı 3. kısmında onun bu gibi fikirleri ve bunların sebepleri üzerinde duracağız.) Bu kaideyi, daha sonra, Fesahatçiliğe de, Tasfiyeciliğe de cephe alan Ziya Gökalp’dir ki (Türkçülüğün Esasları’nda) bu mantıkî neticeleriyle beraber kabul ve müdafaa edecektir. Nitekim, dilimizde binlerce yeni ıstılâhın mimarı olan Babanzâde Ahmed Naîm de, bunun zaten fiilen böyle olduğu, yani Türkçede kullanılan Arapça menşeli kelimelerin yüzde sekseninin (telâffuz değişikliğiyle beraber) mânâ değişikliğine uğramış bulunduğu vakıasına dikkat çekmiştir:

Türkçede müstâmel kelimât-ı Arabiyenin meânî-i sahîhasını birer birer [Mütercim Âsım Efendi’nin] Kamûs Tercümesi’ne mürâcaatla tedkîk edelim. Bunların yüzde seksenini vaz’-ı aslîsinden çıkmış, mânâsı tegayyür etmiş buluruz. Bir derecede ki ekser kelimât-ı Arabîden muktebes bir cümleyi aynı elfâz-ı Arabiye ile Arabîye tercüme ve nakl etsek, nâşenîde, mânâsız bir ibâre vücûda gelir. (10 Eylül 1325/1909 târihli Sırât-ı Müstakîm’de intişar eden ‘Lisân Mes’elesi. Edîb-i Muhterem Süleyman Nazîf Beyefendi’ye’ başlıklı makalesinden; Kara’dan naklen 2001: 112)

Şemseddin Sâmi’nin ‘Lisân ve Edebiyâtımız’ başlıklı makalesindeki diğer bir fikri de, bir taraftan lisanımızdaki lüzumsuz ecnebi menşeli kelimeleri ayıklarken, diğer taraftan unutulmuş, yazı diline girmemiş halis Türkçe kelimeleri bulup yazı dilinde bunların ağırlığını arttırmaktır:

Mümkin mertebede lüzumsuz Arabî ve Fârisî ve ecnebî kelimât ü tâbirâtı lisânımızdan çıkarıp sırf Türkçe kelimeleri çoğaltmaya çalışmalıyız. Türkçemiz zannolunduğu kadar dar bir lisân değildir. Lâkin biz tehâlükle ve birbirimize karşı müsâbakat edercesine Arabî ve Fârisî elfâz-ı garîbe ve hattâ Fransızca kelimât ü tâbirât ararken zavallı lisânımızın sâde ve güzel kelimelerini unutup kaybetmişizdir. Onları bulup meydana çıkarmak, ihyâ edip mevki-i istîmâle koymak mümkin değil midir? Ondan kolay bir şey yoktur. Lâkin yolu ile teşebbüs etmek ıktizâ eder. (ŞS, ‘Lisân ve Edebiyâtımız’, Sabah, 20 Rebiülevvel 1316 / 8 Ağustos 1898; Levend, 1972, s. 221)

Çetinoğlu: Türkçenin geleceğine nasıl bakıyordu?

Dr. Yasa: Şemseddin Sâmi’nin ihya edilmesini istediği bu Eski Türkçe kelimeler, eski metinlerde kalmış, unutulmuş olmakla beraber şu ânda da kullanılmalarının dile zenginlik katacağını düşündüğü kelimelerdir. Meselâ Kamûs’una dercettiği ‘oran’ kelimesi hakkında şöyle bir not düşmüştür: Terki, bâis-i teessüf-i azîm olacak metrûkâttandır. (ŞS 1902/2010: 936) Bu anlayışla, Kamûs’una sadece ‘oran’ kelimesini almıyor, onun müştaklarına da yer veriyor: ‘oranlamak, oranlı, oransız, oransızlık’. Yine aynı anlayışın icabı olarak, mantıken, bu gruba halk dilinde, hattâ Çağatay Türkçesinde yaşayıp da Osmanlı yazı diline girmemiş bâzı kelimeler de dahil edilebilir. Gayet tabiî, bir de, (fakat Şemseddin Sâmi bundan bahsetmiyor) yeni mefhumlar için kaideli Türkçe türetmeler… Yeter ki bütün bunlar dilin selîkasına uysun ve bir ihtiyaca cevap versin, dil bunlarla zenginleşsin…

Çetinoğlu: Zenginleşir mi?

Dr. Yasa: Aksine dâir fikirler de beyan etmiş olmakla beraber, onun umumî Türkçe anlayışına nazaran, ihtiyacımız olan, lisanımızı zenginleştiren ve Türkçeleşmiş olan kelimeler, menşelerine bakarak ayıklanmamalıdır; zira (sonradan Ziyâ Gökalp’in düsturlaştırdığı veçhiyle) Türkçeleşmiş olan Türkçedir. Yukarıda atıfta bulunduğumuz makalelerinde olduğu gibi, başka makalelerinde de bu kaideyi ısrarla tekrar etmiştir:

Arabîden, Fârisîden birçok kelimeler lisânımıza girmiştir. Pekâlâ; [fakat,] onlar Türkçeleşmiş; herkes [onları] biliyor, anlıyor; biz dahi Türkçe gibi kullanıyoruz. Istılahât-ı fenniyeye gelince, onları da, her lisânda olduğu gibi, fen erbâbı anlar. Bu vechile lisânımıza girip yerleşmiş olan Arabî ve Fârisî kelimeler, lisânımızı bir kat daha zenginleştirmiştir. (ŞS 1313/1897; Tural 1999: 78)

Yine bu umumî ve objektif araştırmaya dayalı Türkçe anlayışı çerçevesinde, ‘lisanın tasfiyesi’ veya ‘arıtılması’, ‘Öztürkçeleştirilmesi’ gibi müfrit bir tavrı benimsemez ve sadece ‘lisanın sadeleştirilmesi’ fikrini işler:

Türkçeleri mevcûd olan ve tekellümde asla kullanılmıyan Arabî, Fârisî veya ecnebî kelimeleri kullanmıyalım dedik ve yine öyle diyoruz. Bunun için, ‘tasfiye-i lisân’ tâbirini tensîb etmeyip ‘lisânın sâdeleşmesi’ tâbirinden vazgeçmiyoruz. (ŞS 7 Haziran 1899; Levend 1972: 224)

Çetinoğlu: Türkçenin sadeleşterilmesi hususunda ne düşünüyordu?

Dr. Yasa: 17 Şevval 1319 târihli İkdam gazetesinde yine ‘Lisânımızın Sâdeleştirilmesi’ başlığını koyduğu bir başka makalesinde ise, bu defa, sadeleştirmede ifrata giderek lisânın kabalaştırılması tehlikesine dikkat çekiyor:

Sâdeleştireceğiz diye lisânımızı kabalaştırmaktan gayetle ihtirâz etmeliyiz. Üdebâ yerine pekâlâ edîbler, şuarâ yerine pekâlâ şâirler diyebiliriz. Lâkin lûgaviyyûn yerine lûgatçılar demek fikrinde değilim. Bu kaba bir tâbirdir. Yemişçi, kebabçı, kunduracı denilir, lâkin lûgatçı denilmemeli.

Elhâsıl biz şimdilik lûgaviyyun ve üdebâ, şuarâ gibi Arabcaları çok görmüyoruz. İbtidâ, büsbütün lüzûmsuz ve garîb olanlarından vazgeçelim, lisânımızı sâdeleştirelim. Geçen günki makalede dediğim gibi, halkımızın havas takımının zahmetsizce anlayacağı ve tekellümde dahi kullanabileceği dereceye getirelim de, îcâb ederse, ileride bir kat daha sâdeleştirilir. İfrattan tefrite gitmiyelim. Her işte lâzım olduğu gibi, bu işte dahi tedrîcle gidelim. (ŞS 27 Ocak 1902; Levend 1972: 225)

Aslında, bu parçada geçen halkımızın havas takımının zahmetsizce anlayacağı ve tekellümde dahi kullanabileceği bir yazı dili düsturu, bütün bir 19. asır boyunca yukarıda bir kısmının isimlerini saydığımız bütün edip ve Devlet adamlarının da ortak düsturudur. Bu düsturla bahis mevzuu olan, (avamın yahut Türkiye’nin şu veya bu mahallindeki halkın değil) esas itibariyle, İstanbul halkının havas takımının, diğer tabirle, İstanbul’un en zarif ve kültürlü muhitlerinin (ki bunların başında kibar İstanbul hanımları geliyor) konuştuğu dili mihver alarak onun etrafında mükemmel bir nesir, bir yazı dili geliştirmek, onu edebiyat ve Devlet dili yapmak, fakat asla sun’î bir dile sapmamaktır.

Buraya kadar yaptığımız bu tahlilden Şemseddin Sâmi’nin lisaniyat ve içtimaiyat ilimlerine dayalı sağlam bir Türkçe anlayışına sahip olduğu açıkça görülüyor. Böyle bir anlayışın ‘Öztürkçe’ şeklinde sun’î ve dayatma bir dile cevaz vermeyeceği bedihîdir. Mamafih, onun üzerinde duracağımız üzere, bu ilmî tespitlerine aykırı düşmekle beraber, ‘Türk Birliği’ni gerçekleştirme emeliyle şahsî temenni olarak müdafaa ettiği bir fikri daha vardır, ki o da ‘Osmanlı Türkçesi’ ile ‘Çağatay Türkçesi’ni birleştirmektir.

Yine yaptığımız izahattan gayet vazıh bir surette anlaşılmış olmalıdır ki o, (şahsî kanaat ve temennisi farklı olabilse dahi) bir lisaniyat âlimi olarak ve bu sıfatla, dilde zorlamalara ve sun’î bir dil ihdasına muhaliftir. Ayrıca, Türkçenin târihî seyri üzerinde tefekkür ederek başlangıçtaki haşîn Türkçenin, Garp Türkçesi kalıbına dökülerek, fevkalâde incelip eski huşûnetinden aslâ eser kalmıyacak derecede latîf ve şirin bir lisân hâline geldiği tespitinde bulunmaktadır. Bu tespitin gayet tabiî olarak intaç ettiği soru şudur: Öyleyse bunu temin eden nedir? Gayet açıktır ki bunu temin eden başlıca âmil, Türkçenin Arapça ve Farsça gibi iki zarif dille teması, onlardan aldığı yeni sescikler (‘phonèmes’) ve -telâffuzları bir nağme gibi kulağa hoş gelen- ahenkli kelimelerdir. Şu hâlde, bu vakıanın da belki herkesten daha fazla şuurunda olan Şemseddin Sâmi’nin ‘Tasfiyeci / Öztürkçeci’ olması kabil midir? Buradaki tespit ve izahlarımız çerçevesinde bu suale herhalde müspet cevap verilemez. 

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim.

YESEVÎZÂDE ALPARSLAN YASA Yesevîzâde Şâkir Alparslan Yasa, 1949 senesinde Şanlıurfa’nın Bozova kazâsında doğdu. Baba tarafından Türkistanlı (Fergana’nın Beşarık kazâsından, Hoca Ahmed Yesevî sülâlesine mensûb bir âile), anne tarafından Halfeti’lidir (Kâtibler sülâlesi). 1967-1973 senelerinde “Millî Eğitim Bakanlığı” burslusu olarak ve iktisâd tahsîli maksadıyle Fransa’da bulundu; fakat, tahsîlini tamâmlıyamadan Türkiye’ye döndü. Avdetinde “Siyasal Bilgiler Fakültesi”ne kaydolduğu hâlde o anarşi senelerinde yine tahsîlini yarım bırakmak zorunda kaldı. Bu arada, Yesevîzâde imzâsıyle, mecmûa ve gazetelerde araştırma makaleleri ve ayrıca kitaplar neşretmekteydi. Bu devrede, bâzıları gazetelerde sâdece tefrika olarak kalan on iki kitap neşretti. Bunlar, daha ziyâde, bâzı siyâsî doktrinler, milletler arası siyâsetin perde-arkası, Yahûdilik ve Masonlukla alâkalıdır. İslâm hakkındaki birçok çalışmasından sâdece iki tânesini kitap hâlinde neşretmeye muvaffak oldu. 1978’den 1987’ye kadar uzun seneler boyunca bir lokma, bir hırka yaşıyarak hayâtını İslâm Dâvâsına vakfetti. Sonrasında ise, zamân zamân muhtelif işlerde çalışarak maîşetini kıt-kanâat têmîn edebildi ve kendisine hep sâde hayât tarzını düstûr edindi. Anarşi mağdûrları için çıkarılan aftan istifâde ederek, 1992-1993 öğretim yılında SBF’ye tekrâr kayıt yaptırdı ve –hem çalışıp hem okumak sûretiyle- 1998 Ekiminde bu Fakültenin İktisâd Bölümünden mêzûn oldu. 1999-2000 Öğretim Yılında A.Ü. Dil ve Târih-Coğrafya Fak. Fransız Dili ve Edebiyâtı Bölümü’nde okuyarak ikinci sınıfa geçti. Aynı öğretim yılının ikinci döneminde Hâcettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyâtı Bölümü’ne “Özel Öğrenci” statüsünde devâm etti ve bir sonraki öğretim yılında aynı Üniversitenin Fransızca Mütercim-Tercümanlık Ana Bilim Dalı’na “Araştırma Görevlisi” olarak tâyîn edildi. H.Ü. Fransız Dili ve Edebiyâtı Bölümünde 2003 Haziranında kabûl edilen Yüksek Lisans Tezi, György Lukács (Lukaç)’ın  ictimâiyâta dayalı (sociologique) tenkîd usûlüyle  Fransız klasik romanı hakkında bir tedkîkdir. Tedkîkde evvelâ Lukács’ın usûlü îzâh edilmiş, müteâkiben bilhassa Balzac, Flaubert ve Zola üzerinde durulmuştur. Yine aynı Bölümde 2009 Haziranında kabûl edilen Doktora Tezi ise, “tercüme ilmi”nin müstakil bir müsbet ilim dalı olarak inşâına bir teşebbüs mâhiyetindedir. Doktora Tezi, aynı zamânda, 19. asır ilâ 20. asrın ilk yarısında bilhassa Fransızcadan Türkçeye tercümeler vâsıtasıyle Türk kültürünün Avrupa kültüründen istifâdeye yöneldiği, tercümeler lâlettâyîn değil, gayet şuûrlu bir şekilde Türk dilini, edebiyâtını ve sâir cepheleriyle bir bütün hâlinde kültürünü geliştirmek gayesiyle yapıldığı için bu kültürel temâsın umûmî bilançosunun gayet müsbet olduğu, Türk kültürünün bu sâyede yeni edebî türler ve ilmî-teknik bilgilerle zenginleştiği ve asrî Türk nesrinin de bu tercümelerle kurulmuş olduğu gibi husûslara dikkat çekmekte ve mukayeseli edebiyât çalışmalarına da yol göstermektedir. Hâcettepe Üniversitesinin Fransızca Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalında 2000-2001 Öğretim Yılından başlıyarak 2013-2014 Bahar Dönemi sonuna kadar evvelâ “Araştırma Görevlisi”, sonra “Öğretim Görevlisi” sıfatıyle, tercüme sâhası ile alâkalı muhtelif derslerle berâber, mukayeseli Fransız-Türk edebiyatı, kültürler arası haberleşme, mukayeseli Fransız-Türk grameri, iktisâd, hukuk, Avrupa Topluluğu hukuku, milletlerler arası kuruluşlar, gazete dili, gibi 20 civârında farklı ders verdi. Sonra 15 ay kadar AİBÜ İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde Yrd. Doç. olarak çalıştı ve orada matbûât târihi dersini verdi. 2016 Nisanında yaş haddinden emekliye sevkedildi. 2002 senesinden beri, tercüme sâhasıyle, ayrıca mukayeseli edebiyât ve Fransız edebiyâtı ile alâkalı ve muhtelif “akademik” mecmûalarda neşredilmiş –bâzıları kitap hacminde-  20 civârında makalesi bulunmaktadır. Bunlardan mâadâ, tercüme kitapları, milletler arası “sempozyumlar”da sunduğu teblîğleri, değişik tercüme kitaplar hakkında hakem raporları ve (ortak müellifi olduğu Türk Eğitim Sistemi. Alternatif Perspektif, T. Diyânet Vakfı Yl., 1996 gibi) daha başka münteşir “akademik” çalışmaları mevcûddur. Araştırma makalelerinin neşredildiği gazete ve mecmûalar: Hilâl (1967, 1975, 1980), Yeniden Milli Mücâdele (1970-1971), Millî Gazete (1974-1977), Vesîka (1976),  Sebil (1976-1980), Yeni Devir (1977-1978), Şûrâ (1978), Nizâm-ı Âlem (1979), Defter – Edebiyat, Tarih, Politika, Felsefe (1987), Dış Politika – Risâle (1988, mülâkat), Yeni Düşünce (1988), Zaman (1989, mülâkat), Önce Vatan (2015, mülâkat), Derin Tarih (2014-2016). Yeni Söz (2017-2018). Münteşir kitapları: Perde-Arkasında Kalan Yönleriyle Sosyal-Demokrasi (Dağarcık Yl., 1975), TÖB-DER Mes’elesi (Sebil Yl., 1976), Kıbrıs Harekâtının Perde-Arkası (Yeni Devir, tefrika, 1977), Kıbrıs Mes’elesi – Bir İhânetin Perde-Arkası (Yeni Devir, tefrika, Temmuz – Ağustos 1978), Bilderberg Group – Bir Gizli Cem’iyet Ötesinden Dünyâda Fikriyatlar Mücâdelesinin Perde-Arkası (Kayıhan Yl., 1979), Sovyetler Yahûdi Aleyhdârı mı, Âleti mi? (Yeni Devir, tefrika, Mart 1979), Nasıl Bir Dünyâda Yaşıyoruz? (Hilâl Yl., 1980; evvelâ Aralık 1978 – Ocak 1979’da Millî Gazete’de tefrika edildi), Yahûdi Âlet-Fikriyatı Sosyal-Demokrasi (Millî Gazete, tefrika, Nisan 1986), Lâisizm – İlme Göre Dîn-Dünyâ Münâsebeti (Zaman Yayın-Dağıtım, 1986), Yahûdilik ve Dönmeler (Araştırma Yl., 1989), Süleyman Demirel veyâ Yalan Üzerine Kurulu Bir Politik Hayât (Hakîkati Arayış Neşriyatı, 1990), Kur’ânî Hadîslerin Diliyle Hz. Muhammed’in Gerçek Şahsıyeti – Sevgi Peygamberi (Hakîkati Arayış Neşriyatı, 1996), Türkçenin Istılâh Mes’elesi ve İdeolojik Kaynaklı Sapmalar (“Öztürkçe” Dayatmasıyle Fransızcalaştırılan Resmî Dil) (Kurtuba Yl., 2013), Türkçenin İnkişâfı İçin Tercüme (Hitabevi Yl., 2014), Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi (Hitabevi Yl., 2014), Kur’ânî Milliyet Telâkkîsi ve Irkçılık Sapması (Kurtuba Yl., 2015), 1920’li, 30’lu Senelerin Tercüme Faâliyeti (Nazariye ve Kültürel-İctimâî Tahavvül) (Kurtuba Yl., 2018).

Önceki İçerikZeki Toplumlarda Bile Aptallar Etkili Olabilir
Sonraki İçerik102. Ölüm Yıldönümünde Balkanlardan Türkistan’a bir hürriyet savaşçısı: Şehit Enver Paşa
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.