Hz. Nuh zamanında Tufan olurken, Hz. Nuh’un gemisinde, bir oğlu dışında tüm aile fertleri ve iman etmiş çok az sayıda insan bulunuyordu. Ve tabii onların yanı sıra çifter çifter hayvanlar ve hepsi için gerekli olan yiyecekler gemide yer alıyordu. Bu şekilde Hz. Nuh’un gemisi dev dalgalar arasında güçlükle yol almaya çalışıyordu. Allah’ın emrinden kurtulunması mümkün olmayan o gün, Hz. Nuh, bir kenara çekilmiş olan oğluna bağırdı: “Yavrucuğum, gel, bizimle beraber bin! Kâfirlerle beraber olma!” (Hûd Sûresi: 42) Diyerek oğlunu yeni bir oluşa çağırıyordu!
“O, dedi ki: ‘Ben, beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım.’ Nuh da ‘Bu gün Allah’ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yıktur.’ dedi. Derken dalga aralarına giriverdi. O da boğulanlardan oldu.” (Hûd Sûresi: 43) Eski hâl muhaldi. Kurtuluş yeni oluşta idi.
“(Evlât acısıyla yüreği yanan) Nuh, Rabbine dua edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulan) oğlum (ne kadar isyânkâr da olsa) ailemin bir parçasıdır. (Ve biliyorum ki) Senin (ailemi kurtaracağın yönündeki) vaadin elbette haktır. (Ben zannettim ki, Senin bu vaadin benim oğlumu da içine alıyor ve o da gemiye binip kurtulacak. Demek ki öyle değilmiş. Hükümlerini sorgulayacak da değilim. Elbette) Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin. (İsteğim şu ki; dünyada olmadı bari ahirette onu kurtar, iman edenler arasında dirilmeyi nasip eyle!)” (Veli Tahir Erdoğan, Hûd Sûresi: 45) Gereken oluşu gerçekleştirmeyen oğlunun kurtuluşu isteniyordu!
“Allah dedi ki: ‘Ey Nûh! O, (her ne kadar kan bağı ile senin öz oğlun da olsa, inkârcılarla birlikte olmayı tercih ettiği için) senin âilenden değildir. Çünkü o kötü işler yaptı. (Sen bunun farkında olmadın. O yüzden) içyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme. (İnkârcıların sonu nasıl olacaksa, oğlunu bekleyen son da aynı olacak. Vahyin terbiyesinden geçmiş bir Peygamber olarak bu konuda ısrar etme!) Seni cahilce davranmama konusunda uyarıyorum.’ ” (Veli Tahir Erdoğan, Hûd Sûresi: 46) Hakkı tanıyarak oluşunu gerçekleştirmeyene kurtuluş yok!
x
Herkes, doğuşuyla insan ama, oluşuyla kimi mimar, kimi mühendis, kimi doktor, kimi işçi, kimi müdür, kimi idareci, kimi idare edilen, kimi şu veya bu gibi farklı sıfat, sanat ve becerilerle vasıflanmıştır.
Velhasıl insanlar; birbirlerine mücerred / soyut bir ifade tarzı olan “Ey insan!” diye hitap etmezler. İnsanlar birbirlerine; kazandıkları, edindikleri ve sahip oldukları vasıf ve nitelikleri nazara vererek hitap edip seslenirler.
Meselâ: Doktor Bey, Mühendis Bey vb. sıfatlarla söze başlarlar. Demek ki, doğuş değil oluş; nazarı itibara alınıyor.
Hz. Peygamber’e “Arap kimdir Ya Resûlâllah?” diye soran birine Hz. Muhammed, çok düşündürücü ve isabetli bir cevap verir: “Arapça konuşandır.” diyerek doğuşa değil, oluşa verdiği önemi dile getirir. Bu vesileyle milletten ne anlamak lâzım geldiğine de işaret etmiş olur.
Bu durumda “Türk kimdir?” diyene de, “Türkçe konuşandır.” diye cevap vermek, çok yerinde bir karşılık sayılmalı.
Çünkü bir millet; aynı doğuşta olanlarla, aynı oluşta olanların birlik ve beraberliğinden oluşmuş bir terkip, bir bütündür. Nitekim:
İstanbul’da doğmuş büyümüş, Türk Kültürü’nün merkezi İstanbul’da yaşayan biriyle, Paris’te hasbe’l-kader karşılaşan bir Türk, “Vay benim Ermeni kardeşim! Bu ne güzel tesadüf!” diye memnuniyetini ifade eden cümlelerle elini uzatırken; Ermeni vatandaşımızın düşündürücü bir tepkisel cevabıyla karşılaşır: “Bana Ermeni diyemezsin, ben bir Türküm!”
Böylece lisanın / dilin; milliyetin tayininde büyük rolüne dikkat çekilmiştir.
Herkes İslâm fıtrat ve yaratılışıyla doğar. Yani bembeyaz, bomboş bir levha hükmündedir.
Fakat tedrîcen / yavaş yavaş, aylar ve yıllar geçtikçe; başta ana baba, çevre, arkadaş ve aldığı tahsil ve terbiyenin boyasıyla boyanır. Yani doğuşu değil, oluşuyla içinde bulunduğu ortamın rengine bürünür, bu çerçevenin gerektirdiği bir mevki ve makam sahibi olur.
Artık doğuşunun değil, oluşunun kazandırdığı bir görünüm arz eder.