Doğu Gerçeği “Doğulu Olmak Suç mu?”

87

 

Geçmişte, bir milletvekili: “İzmir’de olan Hakkari’de de olmalı (veya) olacak.” Anlamında, aslında kimsenin itiraz edemeyeceği ve can ü gönülden tasvip edip alkışlayacağı ve gerçekleşmesini içten dilediği, fakat o nispette de düşündürücü sözler sarfetmişti. Bu güzel istek ve temennî, bana tâ üniversite öğrencilik yıllarımda, aynı arzuya müştak bir arkadaşımla yaptığım, eski bir konuşmayı hatırlatmıştı:

İstanbul Üniversitesi’nde okuduğum yıllarda L. A. adında Güneydoğu’nun M. şehrinden bir arkadaşım vardı.İkimiz de Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nün öğrencisiydik. Mevcudumuz azdı. Çok iyi hocalarımız vardı. Çoğu şimdi rahmetli.

İkinci sınıfta tercih ettiğimiz ‘Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi Kürsüsü’nde, sayımızın az olması dolayısıyla derslerimiz, karşılıklı sevgi, saygı çerçevesinde, bir aile havasının sıcaklığı ve samimiyeti içinde geçerdi. Özellikle Doç. Dr. Nejat Göyünç  (sonra Prof. Merhum) hocamızın biz talebelerine tam bir şefkatle eğilmesi, arkadaşça muamelesi, büyük bir tevazu ile bizlere yaklaşması, gerçek hocalığın, güzel bir örneğini sergilemesi, her türlü takdirin üstünde olup, büyük şehrin, çeşitli baskıları altında, bâzan bunalma raddelerine gelen bizlere, tutunacak bir dal, sığınacak bir liman vazifesi görürdü.

Derslerimiz, soru-cevap şeklinde çok verimli geçerdi. Sınıf arkadaşlarımız arasında, tam bir sevgi-saygı atmosferi hâkimdi. Sadece içlerinden biri olan L. A. oldukça huzursuz, sebebini anlayamadığım bir tedirginlik ve manasız bir moral bozukluğu içindeydi. Konuşmalarımızdan, onun bu halinin, tek yönlü okumasından ve ilk defa geldiği İstanbul gibi, baş döndürücü bir şehirde, karşılaştığı olumsuzluklardan ve İstanbul’un, geldiği yere göre, göz kamaştırıcı büyüsünden ve onda bıraktığı  -daha çok-  menfî etkilerden ileri geldiği anlaşılıyordu.

Gittikçe dozunu arttıran menfî ruh halinin, onu bazı yıkıcı odakların ortamına iteceğinden endişe ediyor ve üzülüyordum. Ne yapmalıydım? Onu bu dengesiz durumdan, kuşkulu tavrından, gittikçe devlete, millete ve vatana bakış tarzındaki çarpıklıktan nasıl çekip çıkarmalıydım? Gerçi fakültede konuşuyor, fikir alış verişinde bulunuyorduk. Ama bu, daha çok birbirimizi fikren ve zikren yoklamaktan ibaretti. Üstelik bu çeşit sondajlar bizi   -farkında olmadan-  birbirimizden soğutma durumuna da sokmuyor değildi. Bu böyle devam edemezdi. Kararımı verdim. Ve bir akşam, kaldığı Cağaloğlu’ndaki Öğrenci Yurdu’na gittim. Çağırttım. Salonun kuytu bir köşesine çekildik. Çaylarımızı içtik, hoş sohbetler ettik.

Biraz havadan sudan konuştuk. Artık sadede gelmeliydim. Bir punduna getirdim ve:

“Kardeşim dedim, ya beni de safına kat, ya da gel, sen benim safıma geç!” Önce şaşırdı biraz. Ben devam ediyordum: “Nedir bu halin? Nedir bu sıkıntılı durumun? Bir derdin varsa, söyle. Maddî sıkıntı içindeysen bilelim. Bakıyorum günden güne kabuğuna çekiliyor, kös kös düşüncelere dalıyor. Konuştuğunda kara tablolar çiziyorsun?” der demez, birden sözümü keserek, sinirli bir hâlde:

“Ne yapayım? Zil çalıp oynayacak değilim ya? Herkes beni hor görüyor! Memurlar iyi davranmıyor! Doğulu olmak suç mu? (Hızlı hızlı nefes alıp vererek, içini dışına vurmaya devam ediyordu.) bir Güneydoğu’ya bak, bir de İstanbul’a. İstanbul’lu plajlarda yüzer, ışıl ışıl bir şehirde hayatını geçirirken ya bizler?” Âniden konuşmaya başladığı gibi, birden sustu. Elindeevirip çevirdiği çay bardağını, hışımla dudaklarına götürüp getirmeye başladı.

201

Sessizce yüzüne bakıyordum. Kendi kendine neleri koyup kotardığı. Niçin iç dünyasında fırtınalar koptuğu. Bazı şahsî gözlemleri ve karşılaştığı bazı davranışlardan nasıl nem kaptığı ve kendi kendine şişirdiği olayların altında, kendini nasıl ezdiği, daha doğrusu, kendi kendini nasıl bir işkenceye tâbi tuttuğunu anlamıştım.

İster istemez, hayret ve üzüntümü yansıtan acı bir gülümseyişte bulundum. Ve olabildiğimce yumuşak ve sevgi dolu bir ses tonuyla: “Kardeşim dedim, lütfen dinle! Sen vehmine kurban gidiyor, Pire’yi deve yapıyorsun. Hani ne derler: ‘Tavşan dağa küsmüş de, dağın haberi olmamış!’ (Biraz yatışır gibi oldu, dikkatle dinlemeye başladı.)

“Değerli kardeşim, eğitimin hâli mâlûm. Genelde öğretim var, eğitim yok! Yâni bilgi veriliyor; insanlık, maneviyat, halk ilişkileri ihmal ediliyor veya verilemiyor. Okullar bilgi sahibi ediyor fakat ârif edemiyor. Oysa ilim edinmek kolay, irfan sahibi olmak zor. Halbuki hem ilme, hem de irfana muhtacız. İlim, maddî bilgi; irfan, manevi oluştur. İnsan ilimle maddî dünyasını, irfanla manevî hayatını kurar. Çeşitli sebeplerle  -kasıt olmasa da-  iyi bir eğitim göremiyoruz. Bunda biraz da  “İyi insan, iyi vatandaş”  gibi havada kalan, millîlikten uzak, soyut bir insan tipi yetiştirmek istenmesinin; yâni neye göre  “iyi”  ve nasıl bir  “iyi”  vasıf sahibi olmak lâzım geldiğinin, kesin çizgilerle belirtilmeyişin de rolü var.

“İşte sana, memurun katı davranması, senin şuralı veya buralı olmandan dolayı değil. Memurluğun, vatandaşa bir hizmet veriş şekli olduğunu okullarda veremediğimizden ötürü. Bir kısım memurlarımızın bu durumundan Edirneli de şikayetçi, Vanlı da. Bunun Doğululukla da, Batılılıkla da ilgisi yok. Meselâ ben doğuştan İstanbulluyum. Zannediyor musun ki ben bu yanlış muamelelerle karşılaşmıyorum?

“Kardeşim, şunu iyi bil ki, bu milletin aklından; ne dün, ne de bugün, ne kendisi, ne de başkası hakkında Doğuluydu, Batılıydı diye bir ayırım asla geçmez. Doğu Batı ayırımı var mı, yok mu? İşte gerçek:

“Ben İstanbul’da doğdum büyüdüm. Evim yok. Kiradayım. Sen ise Doğulusun ve devletin yurdunda kalıyorsun. Ben çalışarak okuyorum. Sen devletten burs alıyorsun. Ben burs almadığım için, hemen tayinim yapılmayacak. Sen ise mezun olduğunda hemen atanacaksın. Ve ben bu durumdan, asla şikayetçi değilim. Üstelik senin bu imkânlardan yararlanmanı memnunlukla karşılıyorum. Çünkü kesin olarak biliyor ve inanıyorum ki, ne senin bu durumun, ne de benim bu hâlim Doğululuktan ve Batılılıktan ileri geliyor. Yâni gelmiyor.

“Hor görülmene gelince; seninle burada oturuşum, seni arkadaş olarak seçişim, sana değer verişim ve diğer arkadaşların da, sana karşı gösterdikleri sevgi ve arkadaş canlısı tavırları, hele hele çok değerli hocamız muhterem Nejat Göyünç’ün sana karşı gösterdiği teveccüh ve ilgi. Bütün bunlar hor görülmeyişinin ve halkımızın; birbirine o gözle bakmadığının  -ayrıntılardaki eksikliklerimize rağmen-  asırların, içimizden söküp atamadığı asîl davranışlarımızın, hâlen dipdiri kaldığı ve daha da gürleşeceği ve gelişmenin  -millet ve devlet olarak-  bu yönde olduğu, dost düşman herkesin bildiği bir husustur.”

Anlattıkça itiraz eder gibi oluyor, fakat  “Lütfen sözümü kesme”  diyerek konuşmamı sürdürüyordum: “Gelelim İstanbul’da yaşayanlara. Bak canım kardeşim! İstanbul küçük bir Türkiye. İstanbul’da yurdun dört bir bucağından insanlar yaşar. İstanbul’a ne yapılsa az. Kaldı ki bu, hepimize yapılmış demektir. Üstelik İstanbul’un dertleri o kadar çok ki, halledilmesi bir tarafa, şehir büyüdükçe, mes’eleleri de gittikçe artmakta, üstesinden gelinmesi daha da güçleşmekte.

“Keşke İstanbul, ona lâyık bir duruma getirilebilse. Emin ol ki, İstanbul’un eksikleri, Anadolu’daki şehir ve kasabalardan az değil, belki daha fazla.

202

“İstanbul’un güzelliğine gelince, İstanbul’u İstanbul yapan, iki büyük kıtanın kilit noktasında yer alışı, Kuzey Yarım Küre’nin ne çok kuzeyinde, ne de çok güneyinde oluşu, râkımının sıfır düzeyinde, yâni deniz kıyısında bulunuşu, ikliminin mutedil ve hoşluğudur. Ki bunların hepsi Allah vergisi olup, İstanbul  -her şeye rağmen-  ‘Dünya Cenneti’ oluş konumunu buna borçludur. Bu bakımdan İstanbul’u Anadolu’ya taşımak, onda olanı, orda bulmak istemenin yersizliği ortada. Elbette İstanbul’un beşerî taraflarını Anadolu’da da görmek hakkımız. İmkânsız olan İlahî vergileri insanlardan beklemek. İşte bizim doğru bulmadığımız husus bu.

“Mesela denizi Anadolu’ya taşıyamayacağımız, Anadolu’nun deniz seviyesinden ortalama 1000 m. yüksekliğini sıfıra indirip, iklimini daha mutedil, daha iyi yaşanır bir hâle getiremeyeceğimiz. Ulaşım imkânlarını daha ucuza temin edemeyeceğimiz, elverişsiz mevsim şartlarını, yâni uzun süren soğuk karlı kış günlerini kısaltamayacağımız gibi. Şüphesiz bütün bunların  -tabii engeller olması yüzünden-  sağlanamayışları, özellikle Doğu Anadolu’nun gelişmesinde, istenmeyen farkların mevcudiyetini zarurî kılmaktadır. Biz yine İstanbul’a dönelim.

“Gerçi başkent Ankara’dır ama, Türkiye’nin kalbi İstanbul’da atar. İstanbul’un başı ağrıyorsa, Türkiye’nin de ağrıyor demektir. Öyleyse İstanbul hepimizin göz bebeği, hepimizin cânı cânânı, hepimizin üstüne titremesi gereken bir mâşuku. O’na haset değil, gıpta edilir ancak. O’na kem gözle bakmamak ve baktırmamak hepimize düşen millî bir görev olmalı değil mi, a benim güzel kardeşim?

“Hem sonra, sen zannediyor musun ki, Doğu ve Güneydoğu’nun eksiği gediği çok da, diğer yörelerin her şeyi tamam? Hayır hiç de öyle değil. Meselâ ben, aslen  Ordu vilayetinin Mesudiye kazasının Afan (şimdi Çardaklı) köyündenim. Henüz köyümüzde   -motorlu taşıtlara tam olarak elverişli-  doğru dürüst yol yok!  -Modern manada temin edebileceğimiz-  suyumuz mevcut değil! Elektriği hiç sorma! Sağlık Ocağı ise maalesef! Hatta bırak köylerimizi kazamıza bağlayan yolların olmayışını; ilçeyi vilâyete bağlayan yolumuz dahi topraktır.

“(Ancak şimdilerde  -Sağlık Ocağı hâriç-  yola, suya, elektrik ve telefona kavuşmuştur, ki zaten bugün Türkiye’nin her tarafı, aynı medenî imkânlarla donatılmış durumda.) Ama bizler bunu mes’ele yapmıyor, eksikliklerimizin sebebinde asla kasıt aramıyoruz.”

Artık sözümü kesmiyor, müspet-menfî bir karşılıkta da bulunmuyordu. Sâbit bakışlarla durgun bir çehreye bürünmüştü. Ben devam ediyordum:

“Kardeşim dedim, ‘Yüz seneden beri haraba yüz tutan bir şey, birden yapılamaz.’ (Bediüzzaman Said Nursî, İçtimaî Reçeteler II, İstanbul-1990,  s. 25) Yıllarca savaş içinde, cepheden cepheye, vatan savunmasına koşan millet evlâdı, kendi harap memleketini tamir edecek fırsatı, ancak Millî Mücadele’den sonra yakalayabilmiştir. Kaldı ki, yıkmak kolay, yapmak zor ve zaman alıcı. Yapılacak şey akla dayanıp, sevgiyi harekete geçirme ve hissiyatı fikirlere tabi kılarak yükselmenin yoluna bakmaktır.

“Meşrutiyet’te Asrın Âlimi’ne sordukları gibi sen de: ‘Şu Hükümet ve Türkler, nasıl olsalar biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temaşa etmek (bakmak). Kendimizi de bir kavim olduğumuzu göstermek nasıldır?’ diye sorarsan, ben de O’nun dediği gibi derim: ‘Meşrutiyet (şimdi Demokrasi) hâkimiyet-i millettir. Yâni efkâr-ı ammenin (kamu oyunun) misal-i mücessemi (somut bir örneği) olan meb’usan (milletvekilleri) hâkimdir. Hükümet, hâdim ve hizmetkârdır. Öyle ise kendinizden teşekkî (şikâyet) ediniz, her kabahati Hükümet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız.

” ‘(Hem) gayret ediniz, çalışınız. Sebeb-i saadetimiz olan Meşrutiyet’i (şimdi Demokrasi’yi) takviye için fikr-i milliyeti (milliyet düşüncesini) huffar (kazıcı yâni âlet) yapıp, mârifet ve

203

fazileti eline veriniz…(Çünkü) Hükümet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz. Fakat iyilikleri gelir…’ (a. g. e. s. 33-34)

“Kaldı ki ‘Biz Kürdler başkalara benzemiyoruz. Yakînen (kesin olarak) biliyoruz ki, içtimaî (sosyal) hayatımız Türklerin hayat ve saâdetinden neş’et eder (çıkar).’ ” (a.g. e.  s. 80)

Bu minval üzere bir süre daha konuştum. Sonra tekrar görüşmek üzere vedalaşıp ayrıldık.

X

Aradan yıllar geçti. Bir gün, gazetenin birinde (yanılmıyorsam Cumhuriyet gazetesi olsa gerek) M’ in K. İlçesi Lise Tarih Öğretmeni’nin dövüldüğüne dâir bir haber okudum. İyice dikkat edince, birden heyecanlandım. O, fakülteden arkadaşım L. A. idi. Doğrusu, düştüğü duruma acımadım değil.

 

 

Önceki İçerik‘Hezarfen’ unvanına layık Prof. Dr. ORHAN KURAL ile daldan dala söyleşi
Sonraki İçerikSen Değil miydin
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.