Asgarî müştereklerde birleşmek asıl olmalı. Azamî müşterekte birleşmek imkânsız. Şayet buna çalışılırsa birleşmek değil, ayrışmak gerçekleşir.
Mübalağa ise ihtilâlcıdır. Yani aşırılık bozgunla sonuçlanır. Her hususta temelde bir ve aynî olmak esastır. Teferruat ve ayrıntıda ise farklı olmak tabii ve doğaldır.
Bu farklılıkları da herkes normal ve yerinde bulmakla mükellef ve yükümlüdür. Aksi takdirde birlik, beraberlik ve uyuşma dumura uğrar, olmaz.
Fakat Türkiye’mizde, devletin temel taşları yerinden oynamış! Hatta çoğu sökülmüş! Yerini iğreti taşçıklar almış!
Bu ise eski sağlamlığı sağlayamamış. Sallanır durur olmuş. Bizleri de hop oturup hop kaldırmış. Bu yüzden insanımız fikren farklı doğrultulara yönelmiş veya yöneltilmiş. Bu durumda birlik ve beraberlik iğretileşmiş.
Çünkü müşterek, ortak değerler kalmamış veya yaralanmış. Fakat her şeye rağmen fezada, dünya gemisinde, Türkiye kamarasında seyir halindeyiz.
Öyleyse bu durumda ne yapmalıyız? Terki diyar imkânsız! Ya bu deve güdülecek, ya bu diyardan gidilecek. Fakat gidecek başka bir yerimiz de yok!
Mademki aynı gemideyiz. Birbirimize katlanacağız. Yekdiğerimize tahammül edeceğiz. Kısaca mevcutla yetineceğiz. Birbirimize açık olacağız. Birbirimizi dinlemesini bileceğiz. Birbirimize hor bakmayacağız. Kendimizi yüksek; başkalarını aşağı görmeyeceğiz.
Fikirlerimiz birbirine zıt ve karşıt olabilir. Birbirimizin söylediklerini doğru bulmayabilir. Yaptıklarını güzel kabul etmeyebiliriz. Yazdıklarına katılmayabiliriz. Fikirlerini berbat sayabiliriz.
Ama mademki aynı gemideyiz. Aynı havayı teneffüs ediyoruz. Aynı vatanı paylaşıyoruz. Aynı toprak parçasında yaşıyoruz. Aynı inancı taşıyoruz.
Bütün bunlardan ötürü, birbirimizi sevmesek de, birbirimizi sayacağız. Beğenmesek de katlanacağız. Aynı görüşlere katılmasak da sabredeceğiz.
Bu ayrılık ve gayrılıklar; huzursuzluğa, kırıcılığa, anlayışsızlığa, tahammülsüzlüğe asla ve kat’a yol açmamalı. Bırakın din kardeşliğini, insan olarak kardeş değil miyiz? Aynı Yaratıcı’nın yarattıkları değil miyiz?
Arızî ve geçici olan farklılıklar hesaba katılmamalı. Değişik düşünce sahibi olmamız nazarı itibara alınmamalı. Bilakis, aksine birbirimize karşı hoşgörülü, müsamahalı ve anlayışlı olmalıyız.
Ne diyor yüce İslâm dini:
“Lâ ikrâhe fi’d-dîn.”
“Dinde zorlama yok.” Dinde zorlama olamaz. Olmamalı. Bu hükmü daha da geniş tutabiliriz. İnsan, insana tahakküm etmez olmalı. İnsan, insana zorbalık yapmaz olmalı. İnsan, insanüstünde baskı kurmaz olmalı.
Tabiî bu tahakküm edicilik, bu zorbalık ve bu baskı kuruculuk nerede sökmez derseniz: Bir şeyi kabul ettirmek hususunda, bir şeye inandırmak konusunda, bir şeye veya bir yere insanı sokmak istendiğinde tahakküm etmemeli. Zorbalık yapmamalı, baskı kurmamalı.
Allah bile kulunun kendisini zorla, istemeyerek, kerhen kabûlünü, tanımasını ve sevmesini istemiyor. İnsanlar nasıl olur da fikirleri; ille de kabûl görsün diye ısrarcı olur? Bu haksız hakkı kendilerinde görür. Oysa buna hiç hakları yok.
Eline yetki geçiren hemen ötekini imha ve yok etmenin yollarını arıyor! Oysa, ava giden avlanır. Öyleyse insan, kendisine yapılmasını istemediği tavır, hareket ve davranışı başkasına yapmamalı.
Bırakın yaptığına, kınadığına bile uğrayacak olan insan; nasıl olur da kötülük isteyebilir? Kendi aleyhinde âdeta fetva verir? Kendi ipini kendi eliyle çeker? Doğrusu şaşmamak mümkün değil. Hâlbuki dünya “Men dakka dukka.” dünyası. Yani “Çalma kapıyı, çalarlar kapını.” dünyası. Üstelik “Eden bulur.” dünyası. Kaldı ki “Rüzgâr eken, fırtına biçer.”
Özellikle iktidarda olan siyasîler; biraz daha sabırlı, hazımlı olmalı. Muhalefete karşı babacan bir anlayış sergilemeli, müsamahakâr bir tavır takınmalı.