Din ve Milliyet (4)

69

İman – küfr / inanç – inkâr karşılaştırılması; âhirette / öte âlemde Cennet – Cehennem gibi sonuçlar verir. Bunun gibi, dünyada da iman / inanç; mânevî bir Cenneti temin eder. Ölümü bir terhis tezkeresine çevirir. Küfür / inkâr ise, dünyada bile mânevî bir Cehennem olduğunu gösterir; insanın asıl saadet ve mutluluğunu mahveder, yıkar. Ölümü; ebedî / sonsuz bir idam / yok oluş hâline sokar. Nitekim bu hususların, kesin bir şekilde his ve görgüye dayandıkları ispatlanmış ve kanıtlanmıştır.

İsterseniz başımızı kaldırıp bu kâinat ve evrene şöyle bir bakalım. Ne kadar tren hükmünde gezegen, otomobil, uçak ve gemiler var. Onlar; başıboş oldukları, rastgele hareket ettikleri sanıldığı nisbette, ne kadar korku ve sıkıntı vereceği, bizler için nasıl bir tehlike doğuracaklarını düşünmek bile, bizleri çileden çıkarır. Sokağa çıkmaya korkar, sokakta yürümeye cesaret edemeyiz. Zira çarpmaları, ezmeye kalkmaları an meselesidir.

Ama onların başıboş olmadıklarını bildiğimiz, kendi başlarını hareket etmediklerini ve edemeyeceklerine inancımız tam olduğu için, rahatça sokağa da çıkar, çekinmeden emniyet içinde yürürüz de.

Ezelî Kudret olan Allah’ın karada, denizde ve havada nizam ve hikmetle / birer gaye ile halk edip yarattığı sayısız yıldızlara, kürelere de bir bakalım. Onları da akıl edelim. Hele bir de sayısız, silsile hâlinde meydana gelen hadise ve olayları gözden geçirelim. Onlara da iki şekilde bakıp düşünebiliriz. Onlar ya kendi başına buyruklar, ya da bir Hakimi Mutlak / Mutlak Hakim olan Allah’ın kudret eli arasında kayıtlı kuyutlu olduklarını bilir ve rahat oluruz. Aksi takdirde titrer dururuz.

Kaldı ki, şehadet yani görünür âlem ve cismanî kâinatta olduğu gibi, ruhanî ve mâneviyat âleminde de, Ezelî Kudret’in yarattığı daha acîp, daha şaşırtıcı zincirleme benzerleri vardır ki, aklı olan bunu tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.

İşte kâinat / evren içindeki maddî-manevî tüm bu silsileler; imansız / inançsız olanlara; hücum ediyor, saldırıyor, tehdit ediyor, korku veriyor gibidir. İnançsız olanların maneviyatlarını; -bu yanlış anlamaları yüzünden- yerle bir ediyor. Onları var sandıkları görüntüler içinde boğuyor sanki.

Bütün bu hâller; inançsızları huzursuzluk ve endişelere gark eder panikletirken; inançlıları değil tehdit ve korkutmak, aksine onlara sevinç ve saadetler veriyor, onlara ümit ve kuvvet aşılıyor. Olayların birer hikmet tahtında cereyan etiğini düşündüklerinden; olanları ünsiyetle / alışıklıkla karşılıyor; gerekeni yapmak kaydıyla ibret almaya yönlendiriyor.

Çünkü iman ve inanç sahipleri; iman gözüyle baktıkları için, o sayısız olaylar dizisi içinde; zamanın Herkül ve Rüstemlerinin, korkudan ödleri koptuğu gibi, maddî-mânevî tren hükmündeki olaylar zinciri karşısında sarsılmıyor, ürkmüyor ve korkmuyorlar.

Nitekim, Feza ve Uzay’da yüzen sayısız gezegenleri korkuyla değil, tefekkürle seyrediyor. Başıboş olmadıklarını, gemlerinin ilahî bir intizam ve nizamın elinde olduklarının inanç ve bilinciyle; o heybetli manzara ve görüntüler istiflerini hiç mi hiç bozmuyor. Yular ve dizginsiz olmadıklarının bilinciyle, sadece seyirde kalıyor. İlâhî haşmet karşısında huşu ile eğiliyorlar.

Evet insanlar onların; insana zarar veremeyecekleri gibi, birbirlerinin sınırlarını da aşamayacaklarını biliyor, görüyor ve anlıyor.

İşte bilgisizlik ve inançsızlık insanları; günümüze çağlar gerisinden çağlar atlatarak, yani tayyı zaman ettirerek eski halleriyle çıkartılan o efsane kahramanların durumuna düşürüyor. İnançsız, imansız ve dinsiz insanları; Herküllerin ve Rüstemlerin seviyesine indiriyor.

Oysa inançlı / imanlı kişiler; kâinat ve evrendekilerin mükemmel sanatlarını ve İlâhî güzelliklerini görür. Haşyet duymak ve korkmak yerine, hayretle temaşa ve seyrin tefekkürlü bakışına dalar, manevî kuvvetle dolar, ebedî saadetin bir nümune ve örneğini zevkle tadar.

Sadede gelirsek; dinsiz milliyetin ne kadar eksik ve yavan olduğunu anlar. Milliyetin ancak dine kale oluşuyla, aynı zamanda kendi devamını da sağlayabileceğini, kesin ve güzel bir şekilde idrâk ederiz. Velhasıl, boş bir kale kendini savunamayacağı gibi; din, iman ve inançtan soyutlanmış bir milliyetin de, kendini müdafaa edemeyeceği izahtan varestedir.

 

 

Önceki İçerikKin ve Nefret
Sonraki İçerikAnketler Ne Kadar Sağlıklı?
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.