Milletin, lisanla mukadderat ve kader birliği yaptığı bir gerçek.
Milletin, onunla asırları kucakladığını ayrıca belirtmeye lüzum yok.
Yine lisan ve dilin, en büyük, en doğru ve en güzel müşahit ve tanık olduğu apaçık ortada.
Demek ki lisan, milletin her devirde gözü, kulağı, olayların hâfızı, hâdiselerin bellek deposu.
Tek kelimeyle canlı, görgü şâhidi.
Çünkü Türk Kültür Sarayı’nın inşasına bu millet; padişahı, şâiri, ozanı ve âşıkıyla, velhasıl, her sınıf tabakasiyle iştirak etmiş, katılmıştır.
Kültür dünyasının kuruluşunda, halkın her tabakasiyle iştirak ettiği bir millet var karşımızda.
Özellikle XI.inci asırdan beri, Türk yurdu mâmur ve bayındır hâle getirilirken; buna muvazi, paralel ve koşut olarak da, müellif ve yazarlarımız her mevzu ve konuda binlerce, onbinlerce eser ve yapıt telif edip, kaleme almışlar.
Şair ve ozanlarımız en güzel deyişlerle gök kubbemizde bâkî, kalıcı hoş sadâlar, sesler bırakmışlar.
Bundan anlıyoruz ki, kültür sâhasında vâsıl olduğumuz netîce; akıllara durgunluk verecek bir mâhiyet arzetmekte.
Ecdadımızın İslâmiyet’e fevç fevç, dalgalar hâlinde dühûlu, girişi ise; tarihin seyir ve gidişâtını değiştirecek bir karara varmış olduğunu göstermekte.
İşte, o büyük dönüm noktasından sonradır ki, Türk Milleti; cûş u hurûşa gelmiş, şahlanmış.
Mâna âlemine çeki düzen veren İslâm’ın berrak, dupduru cihânşümûl, evrensel düstûr ve prensiplerini şiar edinmiş.
Fıtraten, yaratılıştan haiz olduğu, yaşattığı hâkim olma sevki tabiî ve iç güdüsüyle, daha doğrusu ilhâm-ı Rabbânî ile birleştirerek; hem hayat felsefesinde büyük inkılâplar vücûda getirmiş, hem de tarihî yerini almak üzere mukadder, yani kaderi olan topraklara teveccüh edip, yönelmiştir.
Bundan dolayı Türk – İslâm Kültür Sarayı’nın temeli, ta o zamanlarda atılmış.
Bütün bu istihâleleri, değişiklikleri tâkiben, kanlarıyla yoğurdukları toprakları vatan yapmış.
Sonra da, inancın maddî tezahürleri olan camiler, kütüphaneler, kervansaraylar, medrese ve külliyeler vs. ile yurdun dört bir yanını kendilerine tapulamış.
Diğer taraftan göz nuruyla, el emeğiyle binlerce eser telif edip yazmış.
Onları, istinsah ile yani bir çeşit çoğaltma yoluyla yayınlamış.
Halkın istifade ve yararlanmasına sunulan sayısız eserlerle, memleketi baştan başa ilim ve bilimin nur ve ışığıyla aydınlatmışlar.
Öyleyse dil ve lisanla rast gele oynamak.
Dile yerli yersiz müdahale etmek.
Mahremiyetine, özel dünyasına çomak sokmak.
Sun’î ve doğallık dışı karıştırmalarda bulunmak.
Aslında bilerek bilmiyerek, dilin şahsında Türk Milleti’ni hedef almaktan başka bir şey değildir.
Unutmayalım ki -Allah göstermesin- vatanını kaybeden bir millet, dili sayesinde yine
1005
vatan sahibi olabilir ama, dilini kaybeden bir millet; er geç vatanını da, milliyetini de
kaybeder.
Dil; Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun dediği gibi milletin “Mânevî Vatan”ıdır.
Maddeye ruh veren nasıl ki mânası ise, vatana ruh veren de, üstünde yaşıyan milletin dili, sesi ve soluğudur.
İyi bilelim ki, doğru konuşmak, doğru yazmak; doğru anlamayı sağlar.
Doğru anlayış; birlik ve beraberliği temin eder.
Birlik ve beraberlik ise, dirlik denen, milleti ayakta tutan ruhun doğmasına yol açar.
İşte, Ruh’un sağlığı bir insan için ne kadar önemliyse, Dil sağlığı da bir millet için o kadar mühimdir.
Çünkü gönül birliği, sıhhatli dil birliğinden geçer.
Öyleyse “Maddî Vatan” gibi, “Manevî Vatan”ımız olan dilimizi de korumasını bilelim.
Yersiz, lüzumsuz yabancı kelimelerin aramıza sızmasına fırsat vermiyelim.