Bu hafta ulusal basında yine ilginç bir haber yer aldı. Haber, kültür ve dilimize ne denli önem verdiğimiz açısından önemliydi. Yabancılara karşı ne kadar özenti içersinde olduğumuzu gösteriyordu.
Ulusal bir gazete de çıkan habere göre; Antalya da, bir mermer firmasında yönetici olarak çalışan 32 yaşındaki Mehmet Çobanoğlu, bir alışveriş mağazasından üzerinde İngilizce ‘’mod pimp’’ yazısı bulunan kazak satın aldı. Birkaç gün sonra kazağı giyen Çobanoğlu, görenlerin alaycı ve tuhaf bakışlarına maruz kaldı. Bazı turistlerin kendisine ‘’Kadın var mı elinde’’diye takılması üzerine şaşkına dönen Çobanolu, kazağın üzerindeki İngilizce ‘’mod pimp’’ yazısının Türkçe de ‘’şık pezevenk’’ anlamına geldiğini öğrendi. Öfkeyle firmaya arayan Çobanoğlu, ‘’biz öyle bir mal satmadık’’ yanıtını alınca aynı gün elindeki fatura ve yanındaki tanıklarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulundu. Çobanoğlu, tüketici mahkemesine de başvurdu.
Bir özentidir gidiyor. İş yerlerine asmış olduğumuz tabelalar olsun, üzerimize giydiğimiz elbiseler olsun, bunların üzerindeki yazıların yabancı kelimelerden oluşması bizim yabancıya karşı ne kadar özenti içerisinde olduğumuzu gösteriyor. Hatta bu durum moda haline gelmiş durumda. Örnek verecek olursak; mekan adlarına eskidji, kebupchi, fitnes sentir; toplu konut isimlerine metrocity, yeshill, kentplus, bilgisayar terimlerinde de faylı seyv etmek, kopi pest, sıkrin seyvır… gibi yabancı isimler kullanıyoruz.
Bazen konuşmalarımızda bile yabancı kelimelere yer verebiliyoruz. Konuşurken, hayret durumlarında vaw, tamam yerine ok, nabersin gibi kelimeler kullanıyoruz. Yine bu durum bize, yabancıların konuşma tarzlarını örnek aldığımızı gösteriyor.
Toplulukları bir arada tutan unsurlar vardır. Dil birliği, din birliği, siyasi birlik, coğrafya birliği, toprak birliği, renk-ırk birliği… gibi. Dil birliği ise bunlar arasından en önemlisi. Yani dil birliği toplulukları bir arada tutan en önemli etken. Bir birliği dağıtmak isterseniz de önce dili yozlaştırmanız gerekir. Dilimize de yapılanlar bundan ibaret.
Bir örnekle, ‘’Dillerin Ölümü’’ isimli kitapta, bir dilin hayati tehlikeye girdiğini haber veren emarelerden, bir de yok olma yolunda geçirdiği üç aşamadan bahsediliyor :
Birinci Evre : Yabancı hakim gücün dilinin konuşulması için ağır baskı vardır. Baskı tepeden aşağı teşvikler ve devletin kanunları yoluyla; aşağıdan yukarı halkta özenti ve moda yaratılarak olmaktadır.
İkinci Evre : Çift dilli dönemdir. Ulusal dilin kullanım alanı azalmaktadır. Eğitim her düzeyde yabancı dilden yapılmaya başlanmış, her kesimden insanlar işi gücü bırakıp yabancı dili öğrenme yokuşuna sürülmüştür. Meslek, bilim yerine hiç gereği olmayan yerlerde bile herkes yabancı dil sınavına girmekle meşguldür.
Üçüncü Evre : Gençler artık yabancı dili ulusal dilden daha iyi bilir hale gelmişler, eski dili kullanmaktan utanır olmuşlardır. Velilerle çocuklar kendi dillerinde konuşamaz duruma gelmiş; çocuklar velilerini eski dili biliyor diye geri kafalı yaftasıyla küçümsemektedirler. Bir nesil hatta bir on yıl sonra çift dillilik de kalmamış; ulusal dilin yerini yabancının dili almıştır.
İkinci evrede ulusal dili kurtarmak hala mümkündür. Ancak bu evre çok tehlikelidir ; çift dillilikten ulusal dilin yok olmasına geçiş, kimse farkına varmadan oluveriyor. Çünkü ikinci evrede halk, kamuoyu, üçüncü evrenin kapının hemen arkasında beklediğini bilmemekte ve kayıtsızdır. İkinci evrede tehlike zilleri çalmaya başlamıştır.
Kitap, kullandığımız dilin milli bir varlık olduğunu ve dilimize sahip çıkmadığımızda ne durumlara gelinebileceğini anlatmış. Ama biz, bunun böyle olmadığını dilimize verdiğimiz önemle göstermeliyiz. Dilimizin yetersiz olmadığını, aksine ülke ve millet olarak dünyaya örnek olabilecek kültür mirasına sahip olduğumuzu anlatırcasına, milli varlığımıza sahip çıkmalıyız. Bununla ilgili gerekli düzenlemeleri ve uygulamaları kimsenin yaptırımı olmadan, dilimizin önemini bilerek kendimiz gerçekleştirmeliyiz.